Türkiye’de Anarko-Komünizmin Yükselişi: Birlik ve Mücadele

Proudhon Anarşinin Adını Koyar

Hükümetsiz toplum durumuyla ilişki olarak ilk kez anarşi adını kullanan 1840 yılında Proudhon (Qu’est-ce que la propriété? birinci inceleme) olmuştur. Fransız Devrimi sırasında Girondistler “Anarşistler” deyimini, devrim görevinin 16. Louise’nin devrilmesi ve bir dizi ekonomik önlemin (uygulaması gerçekleştirilmeye başlanan bu ekonomik önlemler şunlardı: feodal hak ve yetkilerin tümüyle kaldırılması, 1669’dan beri gasp edilmiş komünal toprakların köy topluluklarına geri verilmesi, toprak mülkiyetinin 120 dönümle sınırlandırılması, giderek artan gelir vergisi, ekonomik mübadelenin adil biçimde kıymetlendirme temelinde ulusal çapta örgütlenmesi vb.) alınmasıyla başarıya ulaşacağını kabul etmeyen tüm devrimciler için kullanmışlardı.

Şimdi Proudhon hükümetsiz bir toplumu savunuyor ve bu toplumu tanımlamak için de anarşi sözcüğünü kullanıyordu. Bilindiği gibi, Proudhon insanın komünist manastırlara ya da kışlalara tıkılacağı inanışıyla bütün Komünizm tasarılarını ve aynı zamanda Louis Blanc ve kollektivistlerce benimsenen Devlet veya Devlet-destekli Sosyalizm tasarılarını da reddediyordu.

Mülkiyet üzerine ilk incelemesinde “Mülkiyetin hırsızlık olduğunu” ilan ettiği zaman, aslında sadece Roma Yasalarında bulunan “kullanım ve suistimal hakkı” anlamında mülkiyeti kastediyordu; öte yandan, Devletin tecavüzleri karşısında en iyi korunma biçimini, sınırlı bir iyelik anlamında anlaşılan mülkiyet haklarında görmüştür.

Ayrıca arazilerin, evlerin, madenlerin, fabrikaların vb. mevcut sahiplerini mülksüz bırakmayı şiddetle reddediyordu. Sermayeyi faiz kazanamaz duruma getirerek aynı sonuca ulaşmayı yeğliyordu; üretime katılanların, kendi aralarında ürünlerini maliyet değeriyle mübadele etmeye razı olacak kişilerin karşılıklı güvenine dayalı ulusal bir banka yardımıyla, her bir metanın üretimi için gerekli iş saatlerini temsil eden iş çekleri aracılığıyla bu sonuca ulaşmayı amaçlıyordu.

Proudhon’un mutuellisme (karşılıklı yardımlaşma-ç.n.) adını verdiği böyle bir sistem altında bütün hizmetlerin mübadelesi kesinlikle eşdeğerde olacaktı. Bunun yanısıra böyle bir banka, yönetim değerlerinin karşılanması için sadece yüzde bir ya da daha az bir kesinti ile, faizsiz borç para verebilecekti. Herkesin ev satın almak için gerekli olacak parayı borç alabilmesi nedeniyle, artık hiç kimse evi kullandığı için yıllık kira ödemeye yanaşmayacaktı. Böylelikle şiddetli bir kamulaştırma olmadan, kolaylıkla genel bir “toplumsal tasfiye (likidasyon)” gerçekleşecekti. Madenlere, demiryollarına, fabrikalara vb. aynısı uygulanacaktı.

Bu tip bir toplumda, Devlet gereksizleşecekti. Yurttaşlar arasındaki başlıca ilişkiler serbest anlaşmaya dayanacak ve sadece hesap tutulması ile düzenlenecekti. Anlaşmazlıklar hakem yoluyla çözülebilinirdi. Proudhon’un yapıtının en iyi bilinen özellikleri, Devletin ve bütün olası hükümet biçimlerinin kesin bir eleştirisi ve tüm ekonomik sorunların derinden kavranılmasıdır.

Fransız mutualizminin öncülerine Ingiltere’de, Komünist olmadan önce mutualist olan Wiliam Thompson ve onun izleyicileri John Ayrıca A.B.D. de de mutualizmin öncüleri vardı. 1798’de doğan ve Owen’in “New Harmony”sinin üyesi olan Josiah Warren bu girişimin başarılı olmamasını esas olarak bireyselliğin bastırılmasına, inisiyatif ve sorumluluk eksikliğine bağlamaktaydı. Bu kusurun yetkeye ve topluluk yararına dayalı her tasarının doğasında olduğunu düşündü. Bu nedenle bütünüyle bireysel özgürlüğü savundu.

1887 yılında Cincinnati’de ismi “Denklik Mağazası” olan küçük bir taşra mağazası açtı. Her türden ürün, harcanan emek zamanına göre mübadele edildiği için halk bu mağazaya “Zaman mağazası” adını vermişti. Mağazasının ve daha sonra da 1865 yılında hâlâ varlığını sürdüren, New York City yakınlarında kurduğu “Denklik Köyü”nün düsturu “Maliyet –fiyat sınırı”, ve sonuç olarak “kâr yok” olmuştu. 1855 yılında Boston’da kurulan Keith’in “Denklik Evi” ayrıca dikkate değer bir girişimdir.

Proudhon’un ekonomik ve özellikle de mutual-bankacılık fikirlerinin Birleşik Devletler’de taraftar ve hatta uygulama alanı bulmasına karşılık, onun siyasal anarşi kavramı, Lamennais Hristiyan Sosyalizminin, Fourier’cilerin, Louis Blanc’ın Devlet Sosyalizminin ve Saint-Simon’un izleyicilerinin egemen olduğu Fransa’da hiç yankı yaratmamıştır. Fakat bu fikirler Almanya’daki sol Hegelciler arasında geçici destek bulmuştur; 1843 yılında Moses Hess ve 1845 yılında ise Karl Grün Anarşizmi benimsemişlerdir. Ayrıca Wilhelm Weitling’in yetkeci Komünizminin İsviçre işçileri arasında muhalefete yol açmasıyla birlikte, Wilhelm Marr 1840’larda anarşizmi ifade etmiştir.

Öte yandan, bireyci Anarşizm Almanya’da, Max Stirner (Kaspar Schmidt)’de en yetkin anlatımını buldu. Stirner’in dikkate değer yapıtları (Der Einzige und sein Eigentum ve Rheinische Zeitung’daki yazıları) John Henry Mackay tarafından ortaya çıkarılana dek uzun süre göz ardı edildi.

L’Individualisme anarchiste: Max Stirner (1940) adlı ilginç kitabının girişinde V. Basch, Alman felsefesinin Kant’dan Hegel’e nasıl geliştiğini ve Hegel-karşıtı isyan başladığında, Schelling’in “salt”ı ile Hegel’in Geist’ının isyancıların kampında ister istemez nasıl aynı “salt” vaazını harekete geçirdiğini göstermiştir. Sadece Devlete ve yetkeci Komünizm tarafından insanlara empoze edilecek köleliğe karşı tam bir isyanı benimsemekle kalmayan, aynı zamanda da bireylerin tüm toplumsal ve ahlaksal bağlardan tam olarak özgürleşmesini –”ben”in onarılmasını, bireyin üstünlüğünü, bütünüyle amoralizmi, ve “egoistlerin birliği”ni– de isteyen Max Stirner bu felsefi isyanı başlatmıştı.

Basch, bu türden bireyci Anarşizmin nihai sonucuna işaret etmiştir. Tüm üstün uygarlıkların amacı, topluluğun tüm üyelerinin normal biçimde gelişmelerine izin vermek değil, insan kitlesinin mutluluğu ve varlığının pahasına da olsa, sadece doğuştan yetenekli bazı daha iyi bireylerin tam olarak gelişmelerine izin vermektir. Bu nedenle bu anarşizm, olası üstün azınlıklar tarafından benimsenmiş, en yaygın bireyciliğe bir dönüştür.

Onların bireyciliği, “hoş aristokrasiler”in kitleleri baskı altında tutarken bireylerin gerçekten tam olarak gelişimlerinin olanaksızlığını göz önüne almadan, kendi çıkış noktalarının inkarıyla sonuçlanana dek gelişir. Bireyin gelişimi tek yanlı kalacaktır. Bu düşünce yönelişinin, her bireyselliğin tam gelişimin kuşkusuz doğru ve yararlı savunusuna karşın, sadece sınırlı sanatsal ve yazınsal çevrelerde yankı bulmasının nedeni budur.

Savaş

Şu anda Avrupa tarafından sergilenen dehşetli manzara fazlasıyla acıklı, ancak bununla beraber de özellikle eğitici. Bir yanda diplomatlar ve saray mensupları, yaşlı kıtamızın havası barut kokmaya başladığında artış gösteren bir canlılıkla oraya buraya koşuşturuyorlar. Anlaşmanın fiyatını belirleyecek olan insan sığırlarının miktarı üstündeki pazarlıklarla ittifaklar yapılıyor, bozuluyor. “Meclisinizin bizi desteklemesi koşuluyla şu kadar milyon baş; onları beslemek için şu kadar hektar, yünlerinin ihraç edilmesi için şu limanlar.” Her biri rakiplerini pazarlarda aldatmak için dolap çeviriyor. Politik jargonda diplomasi denilen şey işte bu.

(NOT: Bu satırların yazıldığı zamandan beri Avrupa’daki politik durumun değişmiş olduğu iyi anlaşılsa da, aynı yargılar bugün de tamamen uygulanabilirdir.)

Diğer yanda ise, silahlı kuvvetlerin bitip tükenmeyen gelişimi. Her gün hemcinslerimizin daha etkili yok edilmesi için yapılan buluşları, yeni harcamaları, yeni kredileri, yeni vergileri işitiyoruz. Yaygaracı bir vatanseverlik, pervasız bir şövenizm; uluslararası kıskançlığı teşvik edilmesinin poltika ve gazetecilikte en karlı çizgi haline gelmesi. Çocukluk dönemi bundan müstesna değil: okul çağı çocukları saflara sokuluyorlar; Prusyalılardan, İngilizlerden veya Slavlardan nefret etmek üzere eğitiliyorlar; fişeklerle, erzaklarla ve diğer şeylerle dolu olan yük atlarına benzer bir şekilde yüklü bir halde erkeklik çağına geldiklerinde, bayrağının rengi ne olursa olsun, o anki hükümete körlemesine itaat etmeleri kafalarına kazınmıştır; ellerine tutuşturulmuş tüfeği alarak, borazan sesiyle hücuma geçmeleri, neden ve hangi amaç için [olduğunu] kendi kendilerine sormaksızın vahşi yamyamlar gibi sağda solda birbirini boğazlamaları öğretilir. İster önlerine açlık çeken Alman veya İtalyan çocukları çıksın, isterse kendi kardeşleri açlık yüzünden ayaklanmış olsun, borazanların sesiyle cinayetler başlamalıdır.

İdarecilerimizin ve öğretmenlerimizin tüm bilgeliklerinin sonucu işte budur! Bize ideal olarak sunabildikleri yegane şey işte bu; tam da bütün ülkelerde perişan halde bulunanlar sınırlar boyunca el ele vermeye başladıkları bir zamanda.

“Sosyalizmi istemiyor musunuz? Peki o zaman alın size Savaş –otuz, kırk yıl sürecek bir savaş–.” Böyle diyordu Herzen 1848’in ardından. Ve işte bize düşen savaş. Topların gümbürtüsü dünyanın her yerinde bir anlığına sessizse eğer, (savaşın ne için, hangi müttefiklerle veya hangi düşmana karşı, hangi ilkeler adına veya kimin çıkarına olacağını tek bir kişi bilmese dahi, –batılı ulusların genel bir kavgası [olan]– bir Avrupa savaşı yıllardır tehditkar olurken) bu [sessizlik] bir dinlenme arası, [savaşın] başka bir yerde çok şiddetli olarak yeniden başlaması için.

Geçmiş zamanlarda, savaş olduğu zaman insanlar en azından hangi nedenle birbirlerini öldürdüklerini bilirlerdi.

Şu veya bu kral bizimkilere hakaret etti –gelin, onları boğazlayalım.” “Şu veya bu iimparator bölgelerimizi bizden koparmak istiyor –yaşamlarımız pahasına, O En Ulu Hristiyan Majesteleri adına gelin bunları koruyalım.” İnsanlar kralları arasındaki kavgalarda dövüştüler. Bu aptalcaydı, ancak bu krallar sadece birkaç bin kişiyi [gönüllü olarak] askere alabiliyordu. Ama neden bugünlerde birbirlerinin boğazına sarılan binlerce kişiye sahibiz.

Kralların bugün savaş meselesinde hiçbir rolü yok. Victoria Rochefort’un boş laflarına karşı herhangi bir protesto göndermedi; İngilizler onun için intikam almayacaklar, ancak yine de iki yıl içinde Fransa ile İngiltere’nin Mısır’a egemen olmak için savaşa girmeyeceklerini tahmin edebilir misiniz? Doğu’da da durum benzer. Otokrat ve çirkin bir despot olan, kendisini büyük bir güç olarak gören Rusların Çarı, Petesburglu stokçular ve Moskovalı imalatçılar (bugünlerde kendilerini “vatanseverler” olarak isimlendiren çeteler) ona ordularını harekete geçirmesini söylemediği müddetçe, Andrassy ve Salisbury’nin tüm hakaretlerini parmağı bile kıpırdamadan sineye çekecektir.

İngiltere’de olduğu gibi Rusya’da da, Fransa’da olduğu gibi Almanya’da da, insanlar artık kralların keyfi için savaşmıyorlar; Finansal Ekselanslarının, Bay Rothschild’lerin, Scheneider ve Ortaklarının gelirlerini güvence altına almak ve [onların] servetlerini artırmak için, para piyasası ve fabrika lordlarını şişmanlatmak için dövüşüyorlar. Kralların çekişmesinin yerini burjuva kliklerinin çekişmesi aldı.

Hala “Güç Dengesi’nin bozulması” laflarını işiteceğimize şüphe yok. Ancak bu metafiziksel kavramı maddi gerçeklere tercüme edin; örneğin Almanya’nın “aşırı politik üstünlüğü” şu anda kendisini nasıl ortaya koyuyor, meselenin özünün basitçe uluslararası pazarlardaki ekonomik “üstünlük” olduğunu göreceksiniz. Almanya, Fransa, Rusya, İngiltere ve Avusturya’nın şu anda [uğruna] mücadele ettikleri şey askeri üstünlük değildir, ekonomik üstünlüktür; komşularına kendi mamüllerini, kendi gümrük tarifelerini dayatma hakkıdır; sanayide geri olan halkların kaynaklarını geliştirme hakkıdır; onların pazarlarındaki talebi karşılama bahanesiyle hiç demiryolu olmayan ülkelerdeki demiryollarının yapılması imtiyazını [ele geçirme], ticaretlerini canlandıracak bir limanın veya üretim fazlalarını emecek bölgelerin komşulardan zaman zaman çalınması hakkıdır.

Bugünlerde dövüştüğümüzde, bu Fabrika Krallarımızın yüzde otuz primini güvence altına almak, finans “Baronları”nın para piyasasındaki kontrollerini kuvvetlendirmek, maden ve demiryollarında hisseleri olanlar için fazi oranlarını yüksek tutumak içindir. Eğer tutarlı olacaksak, bayrağımızdaki aslanı altından bir boğayla, diğer amblemleri para çantalarıyla, ve krallıktan ödünç alınmış olan alay isimlerimizi Sanayi ve Finans Krallarının adlarıyla –“Üçüncü Rothschild”, “Onuncu Baring” gibi— değiştirmemiz gerekirdi. En azından kimin için öldürdüğümüzü bilirdik.

Yeni pazarların açılması, ürünlerin iyi, kötü yabancılara dayatılması bütün kıtamızda günümüz politikasının altını çizen ilkedir; ve ondokuzuncu yüzyıldaki savaşların gerçek sebebidir.

Onsekizinci yüzyılda ihracata yönelik olan yaygın bir üretim sistemini ilk başlatan ulus İngiltere idi. Proletarya şehirlere kümelendirildi, geliştirilmiş makinalara koşuldu, ve ambarlar pamuklu ve yünlü mal dağlarıyla doldurulmaya başlandı. Ancak bu mallar onları dokuyan yıpranmış zanaatkar için değildi. Ancak kendilerini ve ailelerini hayatta tutacak kadar kazanan, pamuk ve elbiseyi dokuyan [bu zanaatkarlar] ne satın alabilirlerdi ki? Böylece İngiltere’nin ticaret filoları (ortada hiçbir rakip olmadığı kesinken) Avrupa, Asya, Amerika kıtasında tüketici bulmak için okyanuslara harmanlamaya başladı. İmalatçı bölgelerde sefalet –en karanlık sefalet– yaygındı, ancak imallatçılar ve tüccarlar hızla zenginleştiler; kıta iktisatçıları ve onların teşvikçilerinin ülke insanlarının gidip aynı şeyi yapmalarına alkış tutmasının ortasında, yabancılardan sağlanan zenginlik az sayıda kişinin elinde birikti.

Ancak onsekizinci yüzyılın sonu gibi erken bir tarihte, Fransa da aynı gelişme aşamasına gelmekteydi. Orada da üretim ihracat amacıyla büyük ölçekte kendisini örgütlemekteydi. Devrim, iİktidar odağını başkasına devrederek, şehirleri kırsal halkla doldurarak, orta-sınıfı zenginleştirerek, bu ekonomik gelişmeye taze bir itki sağladı. Ardından İngiliz orta-sınıfı bu gelişmeden (Cumhuriyetin ilanına ve Paris’te dökülen kana göre çok daha fazla) korkuya kapıldı; aristokrasi ile birleşerek Avrupa pazarlarını İngiliz ürünlerine kapatmak tehdidini öne süren Fransız burjuvazisine karşı ölümüne savaş ilan etti.

Herkes savaşın nasıl sona erdiğini biliyor. Fransa yenildi, ancak pazarlardaki yerini kazandı. İki burjuvazi, Fransız ve İngiliz [burjuvazileri] bir anlığına dokunaklı bir ittifak bile kurdular; birbirlerini kızkardeşler olarak tanıdılar.

Ancak çok geçmeden Fransa hızla yol almaya başladı. İhracat amacıyla üretimin bir sonucu olarak Batı’dan Doğu’ya yayılmakta olan sanayinin gelişimini ve diğer ulusların da hızlanmasını dikkate almaksızın, [Fransa] kendisini nasıl olursa olsun yeni pazarlar bulmak zorunluluğu ile yü yüze buldu. Fransız orta-sınıfı faydalandığı çevreyi [halkayı] genişletmek istiyordu. [Fransız orta-sınıfı], Gaspçı’nın [III. Napolyon’un] Avrupa’yı ekonomik politikalarıyla uyumlu olmaya zorlayacak araçları bulacağı umuduyla üçüncü Napolyon tarafından güdülmeye onsekiz yıl boyunca boyun eğdi, ve ancak onun bu amaca hizmet edemeyeceğini anladığında terk etti onu.

Yeni bir ulus olan Almanya aynı ekonomik sistemi benimsemiştir. Kendi yerleşiklerini yerinden eden, şehirlerin açlıktan ölümle karşı karşıya kalanlarla tıka basa dolduğu, birkaç yıl içinde şehir nüfusunun ikiye katlandığı bir ülke var karşımızda yine. Mükemmel makinalarla donatılmış, teknik ve bilimsel eğitimin serbestçe yayılması ile desteklenen devasa bir sınai örgütlenme burada da (üreticilerin kullanımı için değil, ihraç edilmeleri için, efendilerinin zenginleşmesi için ayrılmış olan) ürünlerini yığınlaştırıyor. Sermaye birikir ve Asya’da, Afrika’da, Türkiye’de, Rusya’da karlı yatırımlar arar; Berlin’deki Borsa Paris’teki Borsa ile rekabet içinde yükselir –onu devre dışı bırakmayı amaçlar.

Ardından Alman burjuvazisinin tam kalbinden bir çığlık işitilir. Birlik, hangi bayrak altında olursa olsun (ve hatta Prusya [bayrağı altında] dahi); ortaya çıkan güç, bu sınıfın komşu devletlere ürünlerini ve gümrük tarifelerini dayatmasını, Baltık’ta (ve mümkünse Adriyatik’te) iyi limanların ele geçirmesini; yirmi yıldır tüm Avrupa’yı ticari yasaları saptamakla ve ticari anlaşmalar dayatmakla tehdit eden Fransa’nın askeri gücünün kırmasını sağlayacak olduktan sonra [birlik!].

1870 savaşı bir sonuçtu. Fransa artık pazarların müdiresi değildi; burada üstünlük kurmaya çalışan Almanya idi. O da, kazanmaya olan açlığıyla, sömürü alanını genişletme yönünde (sınai krizleri, finansal çöküntüleri, ekonomik yapısının temellerini kemiren belirsizlik ve sefaleti hepten önemsemeyerek) bitip tükenmez bir çabaya girişti. Afrika sahilleri, Korsika’nın hasadı, Polanya ovaları, Rusya’nın kıraç stepleri, Macaristan’ın “puszta”ları, Bulgaristan’ın güllerle kaplı vadileri, İspanya’nın ihmal edilmiş mirası olan buğulu ormanları, bunların hepsi Alman burjuvazisinin iştahını kabartıyordu. Öyle ki, sık sık kötü ekilen ovalardan, “büyük sanayi” şanına erişmemiş bu şehirlerden, fabrika artıklarıyla henüz kirlenmemiş bu nehirlerden geçerken, bu manzara karşısında Alman tüccarının kalbi kan ağlar. Onun düş gücü, bu nadasa bırakılmış ovalardan nasıl zengin altın hasadı yapmanın yollarını bulacağını, Başkent’in fabrikalarındaki karsız yerleri nasıl sıkı sıkıya çalıştıracağını resmeder. Kendi kendine bir gün “uygarlık” adına, yani “sömürü” adına, Doğu’da yeni bir evi olacağına yemin eder. Bu arada mallarını ve demiryollarını İtalya, Avusturya ve Rusya’ya dayatmak için elinden gelenin en iyisini yapacaktır.

Ancak bunlar da sırasıyla kendilerini komşularının vekaletinden kurtarıyorlar. Bunlar da yavaş yavaş “sınai” ülkelerin çevresine sokuluyorlar; ve bu küçük burjuvaziler kendi sıraları geldiğinde ihracat yoluyla zenginleşmeyi talep ediyorlar. Son birkaç yıl içinde Rusya ve İtalya sanayilerini geliştirmekte büyük adımlar attılar, ve köylüler hiçbir şey satın alamadıkları –en kara sefalete [mahkum oldukları]– için, burada da yine imalatçıların üretmeye çalıştıkları şeyler ihracat içindir.

Sonuç olarak, Rusya, İtalya ve Avusturya da pazarlar bulmak zorundadır; ve Avrupa’dakiler halihazırda zaten doldurulmuşken, (bir gün seçilen parsalar üstünde savaşa gidilmesi kesinken) Asya veya Afrika’ya dayanmak zorundadırlar.

Bu gibi durumda, onun yönelimini belirleyenlerce sanayiye dayatılan niteliğin gereksinimiyle oluşan hangi ittifaklar bağlayıcı olabilir ki? Almanya ile Rusya arasındaki ittifak tamamen geçici bir durumdur. Alexander ve William istedikleri kadar sıkça birbirlerini öpebilirler (Rusya’da gelişen burjuvazi, –aynen karşılık veren– Alman burjuvazisinden samimi olarak nefret edecektir. Rus Hükümeti ithalat vergilerini üçte bir artırdığında, Alman basınında yükselen kızgın haykırışları herkes hatırlayacaktır. “Rusya’ya karşı Savaş” –Alman orta-sınıfının ve ona bağımlı olan işçilerin bu haykırışı–, “1870’e göre bile daha popüler olacaktır.”

Şüphesiz, sosyalizm değil, savaşla karşılaşacaksınız. Eğer devrim bu akıl almaz ve aşağılık durumu sonlandıracak yolda olmasaydı, otuz ya da daha fazla yıl sürecek savaşlarla karşılaşacaktınız. Ancak gelin vaziyetin açıkça farkına varalım. Arabuluculuk, “güç dengesi”, mevcut orduların azaltılması, silahsızlanma; bunların hepsi iyi fikirlerdir, ancak pratikteki etkileri bir hiçtir. Yalnızca bir devrim (üretimdeki makina ve hammaddeleri, Toplum’un refahını üreticilerinin eline geri verdiğinde; üretimin dayandığı [halkın] gereksinimlerini sağlayacak şekilde üretim örgütlendiğinde) pazarlar için yaşanan bu çatışmalara bir son verebilir.

Birimiz hepimiz için ve hepimizin birimiz için emek harcadığında. İçten bir yakarışla barış için yalvaran, ancak dünyanın refahı üstüne üşüşen akbabaların aceliciliği yüzünden bunu elde edemeyen bir ulusun kalbine barışı getirecek tek tılsım işte budur.

Anarşist Komünizm

I

Sosyalizmin hükümetsiz sistemi [olan] anarşizmin ikili bir kökeni vardır. Özellikle ikinci yarısında olmak üzere, 19. yüzyılı ekonomik ve siyasi alanlarında tanımlayan iki düşünce hareketinden gelişmiştir. Tüm sosyalistlerle ortak olarak anarşistler toprak, sermaye ve makinalar üzerindeki özel mülkiyetin zamanını doldurduğunu; yani [artık] ortadan kalkmaya mahkum olduğunu; ve üretim için gerekli olan tüm şeylerin toplumun ortak mülkiyetinde olması gerektiğini ve [böyle] olacağını, ve [bunların] refahın üreticilerince ortaklaşa yönetileceklerini savunurlar. Ve siyasi radikalizmin ilerici temsilcilerinin çoğu ile ortak olarak [anarşistler], toplumun ideal siyasi örgütlenmesinin hükümetin fonksiyonlarının en aza indirgendiği; ve sayısız çeşitlilikteki bütün insan gereksinimlerini sağlamak amacıyla –özgürce– oluşturulmuş özgür grup ve federasyonlar yardımıyla [vasıtasıyla], bireyin insiyatifte bulunma ve faal olma hürriyetini tam anlamıyla eline geçirdiği bir durumda [olabileceğini] savunmaktadırlar.

Sosyalizm bağlamında, anarşistlerin çoğu onun nihai sonucuna ulaşırlar; yani ücret-sisteminin tamamen yadsınmasına ve komünizme. Siyasi örgütlenmeye referans olarak ise, radikal programın yukarıda bahsedilen kısmını daha da geliştirerek, hükümet işlevlerinin sıfıra indirgenmesinin –yani, hükümetsiz bir topluma, anarşiye– toplumun nihai hedefi olduğu sonucuna ulaşırlar. Bunun da ötesinde anarşistler toplumsal ve siyasi örgütlenme ideali böyleyken, bunun gelecek yüzyıllara ertelenmemesi gerektiğini savunurlar. Toplumsal örgütlenmemizde, sadece yukarıda [bahsedilen] ikili idealle uyumlu ve ona yakınlaşmayı sağlayacak olan değişiklikler yaşama şansı bulacaktır ve ortak refaha faydası olacaktır.

Anarşist düşünür tarafından izlenen yönteme gelince, ütopistler tarafından izlenenden tamamı ile farklıdır. Anarşist düşünür, kendi görüşüne göre insanlığın en büyük mutluluğunu gerçekleştirmenin en iyi koşullarını oluştururken, (“doğal haklar”, Devletin görevleri” ve benzeri) metafiziksel kavramlara başvurmaz. Aksine anarşist düşünür modern evrim felsefesinin yolunu takip eder. Şimdiki ve geçmişteki insan toplumlarını inceler; ve ne bir bütün olarak ne de ayrı ayrı bireyler olarak, onlara sahip olmadıkları üstün nitelikler atfetmeden; toplumu, bireylerin arzularıyla türlerin refahı için [gerekli] işbirliğini en iyi şekilde biraraya getirmenin [uyumlandırmanın] yollarını bulmaya çalışan organizmaların bir bütünü olarak değerlendirir. [Anarşist düşünür] toplumu inceleyerek, [toplumun] geçmişteki ve bugünkü eğilimlerini, giderek çoğalan entelektüel ve ekonomik gereksinimlerini ortaya çıkarmaya çalışır; ve idealinde yanlızca evrimin hangi yönde gittiğine işaret eder. [Anarşist düşünür], insan bütünlerinin gerçek arzu ve eğilimleriyle, bu eğilimlerin gerçekleşmesini engelleyen kazaları (bilgi noksanlığı, göçler, savaşlar, fetihler) birbirinden ayırt eder. Ve çoğu kez bilinçsizce olsa da, tarihimiz boyunca [ortaya çıkan] en mühim iki eğilimin şunlar olduğu sonucuna varır: ilk olarak, en sonunda farklı bireylerin ortak üretim sürecindeki paylarını birbirinden ayırt etmenin imkansız hale geleceği, bütün zenginliklerin üretimi için [kullanılan] emeğin bütünleşmesine doğru olan eğilim; ve ikinci olarak, hem kendisi hem de genelde toplum için faydalı olan tüm amaçlarının ilerlemesinde bireyin azami özgürlüğüne [ulaşma] eğilimi. Böylece anarşistin ideali, evrimin bir sonraki aşaması olarak tasarladığı şeylerin basit bir toplaması [haline gelir]. Bu artık bir inanç sorunu değildir; bilimsel bir tartışmanın sorunudur.

Aslında, bu yüzyılın en önde gelen özelliklerinden birisi sosyalizmin büyümesi ve sosyalist görüşlerin emekçi sınıflar arasında hızla yayılmasıdır. Başka türlü nasıl olabilirdi ki? Sonuçta en umutlu [iyimser] beklentilerin ötesine geçen bir refah birikimine yol açan, üretim güçlerimizin benzersiz ani bir artışına şahitlik yaptık. Ama ücret sistemimiz nedeniyle, –bilim adamlarının, yöneticilerin ve emekçilerin ortak çabalarının sonucu olan– refahtaki bu artış; büyük kısmı emekçiler üzerine düşmek üzere, büyük bir çoğunluk için sefaleti ve tüm herkes için yaşama [hayatta kalma] belirsizliğini çoğaltırken, refahın ise daha önce eşi benzeri görülmemiş bir şekilde sermaye sahiplerinin ellerinde birikmesine yol açtı. Durmaksızın iş arayan niteliksiz işçiler, hiç işitilmemiş bir sefaletin eşiğinde bulunuyor. Ve sürekli ve kaçınılmaz olan endüstrideki dalgalanmalar ve sermayenin kaprisleri sonucunda, devamlı olarak kovulma tehdidi altında kalan en iyi ücretli zanaatkarlar ve nitelikli işçi emeği bile, niteliksiz bir dilencinin [muhtaç olan, sefalet içinde yaşayan, ing. pauper] koşullarına indirgendi.

İnsan emeğinin ürününü şatafatlı ve boş lüks şeyler için çarçur eden modern bir milyonerle, sefil ve güvenli olmayan bir varoluşa mahkum edilen bir dilenci arasındaki uçurum bizzat toplumun birliğini –[toplumsal] yaşamın uyumunu– parçalayacak ve onun ileriye doğru gelişme sürecini tehlikeye düşürecek şekilde giderek genişlemektedir.

Aynı zamanda, işçiler modern endüstrinin refah üretici gücünün, refah üretiminde emek tarafından oynanan rolün, kendi örgütlenme kapasitelerinin daha fazla farkına vardıkça, [işçiler] toplumun bu şekilde iki sınıfa bölünmesine sabırla katlanmaya giderek daha az meyilli oluyorlar. Toplulukta yer alan tüm sınıflar gibi, oransal olarak [işçiler de] kamusal işlere daha canlı bir katılım gösteriyorlar ve bilgi kitleler arasında yayılıyor, eşitliğe olan özlemleri giderek güçleniyor; ve yeniden toplumsal yapılanma talepleri daha sesli bir hale geliyor. Artık daha fazla gözardı edilemezler. İşçi ürettiği zenginlikten kendi payına düşeni istiyor; o üretimin idaresinden kendi payına düşeni istiyor; ve o yanlızca bir miktar ek refah [ing. well-being] istememekte, aynı zamanda bilim ve sanatın yüksek eğlencesinden de tüm haklarını talep etmektedir. Daha önce yanlızca toplumsal reformcular tarafından dile getirilen bu talepler, bugün artık fabrikalarda ve tarlalarda çalışan, gün ve gün büyüyen bir azınlık tarafından yapılmaktadır. Ve böylece bizzat ayrıcalıklı sınıfların kendi içinde gün ve gün artan bir destek bulan [bu talepler], adalet duygularına da uyum sağlar. Sosyalizm böylece ondokuzuncu yüzyılın düşüncesi haline gelir; ve ne baskı ne de sahte-reformlar onun büyümesini engelleyemez.

Siyasi hakların çalışan sınıflara da sağlanmasına tabii ki fazlasıyla iyileşme umudu bağlanmıştır. Ama ekonomik ilişkilerdeki ilgili [karşılık gelen] değişimlerle desteklenmeyen bu tavizlerin aldatmaca olduğu kanıtlanmıştır. Bunlar işçi insanların büyük bir kısmının maddi koşullarını iyileştirmemiştir. Bu nedenle sosyalizmin düsturu [şudur]: “Siyasi özgürlüğün yegane güvenilir temeli olması nedeniyle ekonomik özgürlük”. Ve bugünkü ücret sistemi tüm kötü sonuçlarıyla birlikte değiştirilmeden kaldıkça, sosyalist düstur işçi insanlara esin kaynağı olmaya devam edecektir. Sosyalizm programını gerçekleştirene kadar büyümeye devam edecektir.

Ekonomik meselelerdeki bu büyük düşünce hareketinin hemen yanıbaşında; siyasi haklar, siyasi örgütlenme ve hükümet fonksiyonları bağlamlarında da benzer bir hareket sürmektedir. Hükümet, sermayenin [karşılaştığı] aynı eleştirilere maruz kalmıştır. Radikallerin büyük bir kısmı evrensel oy kullanma hakkını ve cumhuriyetçi kurumları siyasi aklın [ing. wisdom] en son sözü [ulaşacağı hedef] olarak görürken, pek azınca daha ileriye adım atılmıştır. Bizzat hükümetin işlevleri ve Devlet, aynen bireyle olan ilişkileri gibi daha keskin ve derin bir eleştiriye maruz kalmıştır. Geniş bir alanda denenmiş temsili hükümetin kusurları giderek daha fazla göze batmaktadır. Bu kusurların sadece birer rastlantı olmadığı, aksine sisteme içkin oldukları [sistemden kaynaklandıkları] giderek daha belirginleşmiştir. Parlamentonun ve onun icrasını yürüten kişilerin topluluğun sayısız işlerini halletmeyi becermekte, ve Devlet’in farklı unsurlarının çeşitli ve sıklıkla da birbirine zıt çıkarlarını uzlaştırmakta kifayetsiz [yetersiz] olduğu ispatlanmıştır. Seçimin ulusu temsil edebilecek ve haklarında kanuni düzenlemeler [yasalar] yapmak zorunda oldukları işleri idare edebilecek –parti ruhundan daha farklı [bir şekildeki]– kişileri bulup ortaya çıkaramadığı kanıtlanmıştır. Bu kusurlar o kadar çarpıcı bir hale gelmiştir ki, bizzat temsili sistem ilkelerinin kendileri eleştirilmiş ve adilliklerinden kuşkuya düşülmüştür.

Ve yine, bireyler arasındaki ekonomik ilişkilerin kapladığı uçsuz bucaksız alanı idare etmekte [hükümete] duydukları güven nedeniyle sosyalistler öne çıkarak hükümetin güçlerinin daha da arttırılmasını talep ettiklerinde, merkezi hükümetin tehlikeleri daha da dikkat çeker bir hale gelir. Burada sorulan soru, endüstri ve ticaretin idaresinde güven duyulan hükümetin hürriyet ve barış için devamlı bir tehlike olup olmayacağıdır, ve hatta onun iyi bir yönetici olup olamayacağıdır?

Bu yüzyılın ilk başlarında [yaşayan] sosyalistler bu sorunun [yarattığı] devasa güçlükleri tam anlamıyla kavrayamadılar. Ekonomik reformların bir gereği olarak kabullenmeye ikna olmuş bir halde, pekçoğu birey için özgürlük gereksinimini dikkate almadılar. Ve sosyalist anlamda reformları elde etmek maksadıyla, toplumu herhangi bir türdeki teokrasiye veya diktatörlüğe teslim etmeye hazır toplumsal reformcularımız var. Bu nedenle Britanya’da ve Anakıta’da [Avrupa’da] ilerici fikirlere sahip insanların siyasi radikaller ve sosyalistler olarak bölündüklerini gördük –birinciler bu ikincilere şüpheyle bakarlar; çünkü onları [sosyalistleri] uygar ulusların uzun mücadeleler sonucunda kazandıkları siyasi hürriyetler için birer tehlike görürler. Ve hatta tüm Avrupa’daki sosyalistlerin siyasi partilere dönüşüp, demokratik inançlarını beyan ettiklerinde bugün bile; refahın üretimi ve dağıtımı da dahil olmak üzere bütün toplumsal örgütlenmenin yönetiminin hükümete emanet edilmesi halinde, en tarafsız insanlar arasında bile –aynen otokrasinin herhangi bir biçiminde olduğu gibi– hürriyete karşı en büyük tehlike olacak Volksstaat veya “halk Devleti”ne dair oluşan korkular mevcutiyetini devam ettiriyor.

Ama son gelişmeler, bireyi Devlet’in kölesi rolüne indirgemeden, daha yüksek bir toplumsal örgütlenme biçiminin gerekliliğini ve olasıliğını gösteren yolu hazırlamıştır. Hükümetin kökenleri dikkatlice araştırılmış, ve onun tüm kutsal veya “toplumsal sözleşme” türevi gibi metafizik kavramları bir kenara bırakılmıştır; öyle gözüküyor ki, görece modern kökenli bir şeydir, ve çağlar boyunca toplumun artan bir şekilde ayrıcalıklı ve ayrıcalıksız sınıflara bölünmesine tamamen oransal olarak onun güçleri de çoğalmıştır. Yine temsili hükümet gerçek değerine –yani özgür bir siyasi örgütlenme idealine değil, otokrasiye karşı mücadeleye hizmet eden bir araca– indirgenmiştir. Devleti ilerlemenin önderi olarak kabul eden felsefe sistemi ise, Devlet’in müdehaleleriyle sınırlandırılmadıkça ilerlemenin azami derecede etkili olduğu daha belirgin hale geldikçe giderek daha fazla sarsılmaktadır. Böylece toplumsal yaşamdaki ileriye doğru gelişmelerin gücün ve düzenleme fonksiyonlarının hükümet edici yapının ellerinde daha fazla yoğunlaşması yönünde değil, aksine hem alansal hem de işlevsel merkezsizleşme [ing. decentralization] –hem faaliyetin alanı, hem de işlevlerinin tabiatına [özelliğine] göre kamu işlevlerinin kendi içinde bölünmesi– yönünde yattığı belirgin hale geldi; [yani] halihazırda hükümetin işlevleri olarak kabul edilen bütün işlevlerin özgürce oluşturulmuş grupların inisiyatifine terk edilmesi.

Bu düşünce akımı ifadesini sadece edebiyatta değil, sınırlı olmak üzere yaşamda da bulmuştur. Paris Komün ve akabinde –tarihsel ilginin oldukça üstünkörü geçiştiirdiği bir hareket olan– Cartagena Komünü tarihte yeni bir sayfa açmışlardır. Eğer biz bu hareketi sadece kendi içinde incelemeyip, komünal devrim sırasında kendini dışa vuran eğilimleri ve akıllarda geriye bıraktıklarını incelersek; gelecekte toplumsal gelişimlerinde daha ileri [düzeyde] olan insan yığınlarının bağımsız bir hayat başlatmaya çalışacaklarının; onların kendi görüşlerini yasa ve güç aracılığıyla empoze etmek veya kendilerini daima bir alaledelik-kuralı [ing. mediocracy-rule] demek olan çoğunluk-kuralına tabii kılmak yerine, ulusun daha geriye doğru olan sapaklarına [ing. more backward pares of nation] döndürmeye gayret edeceklerinin belirtilerini görebiliriz. Aynı zamanda, Komün’de [uygulanan] temsili hükümetin başarısızlığı, kendinden yönetimin [ing. self-government] ve kendinden idarenin [ing. self-administration] basitçe alansal bir anlamın ötesine geçirilmesinin gerektiğini göstermiştir. Etkili olabilmeleri için özgür topluluk içindeki yaşamın çeşitli işlevlerine de uygulanmaları gerekir. Hükümetin –aynen bir ulusta olduğu gibi bir şehirde de kusurlu olan temsili hükümetin– faaliyetlerinin sadece alansal olarak kısıtlanması işe yaramayacaktır. Yaşam bize hükümetsizlik taraftarı olan ve anarşist düşünceye yeni itkiler sağlayan işaretler sunmaktadır.

Anarşistler yukarıda bahsedilen ekonomik ve siyasi özgürlüğe doğru olan eğilimlerin her ikisinin de adilliğinin farkındadırlar, ve [bu ikisinin] tarihde bahsedilen mücadelelerin asıl özünü oluşturan eşitlik gereksiniminin bizzat kendisinin iki farklı görünümü [ifade bulması, ing. manifestation] olduğunun da farkındadırlar. Bu nedenle, sosyalistlerle ortak olarak anarşistler siyasi reformculara şöyle derler: “Toplum birbirine düşman iki sınıfa bölünmüş oldukça, ve ekonomik olarak emekçiler patronunun kölesi oldukça; siyasi eşitlik bağlamında hiçbir önemli reform yapılamaz ve hükümetin gücü kısıtlanamaz.” Ancak devlet[çi] sosyalistlere de şunu diyoruz: “Eş zamanlı olarak siyasi örgütlenmeyi kökten değiştirmedikçe, mülkiyetin varolan koşullarını değiştiremezsiniz. Hükümetin güçlerini kısıtlamalısınız ve parlamenter yönetimi reddetmelisiniz. Yaşamın her yeni ekonomik aşamasına yeni bir siyasi aşama karşılık gelir: mutlak monarşi serflik sistemine karşılık gelir. Temsili hükümet sermayenin yönetimine karşılık gelir. Ancak bunların her ikisi de sınıf yönetimidir. Ancak kapitalistlerle emekçiler arasındaki ayrımın ortadan kalktığı bir toplumda, bu tip bir hükümete gerek kalmayacaktır; bu [böyle bir hükümetin var olması] tarihsel bir hata, belalı bir şey olacaktır. Özgür işçilerin özgür örgütlere ihtiyacı olacaktır; ve bu da bireyin özerkliğini Devlet’in kapsayıcı müdahalesine kurban etmeden, özgür anlaşma ve özgür işbirliğinden başka bir temele sahip olamaz. Kapitalistin olmadığı bir sistem hükümetin olmadığı bir sistem demektir.”

Böylece insanın kapitalizmin tahakkümcü güçlerinden ve hükümetten kurtulması demek olan anarşizm sistemi, yüzyılımızı niteleyen iki güçlü düşünce akımını bir sentezi haline gelir.

Bu sonuçlara ulaşmakla, anarşizm evrim felsefesince ulaşılan sonuçlarla uyumlu olduğunu ispatlar. Evrim felsefesi örgütlenmelerin esnekliğini ortaya çıkararak, bize organizmaların yaşam koşullarına mükemmel uyum sağlayabildiklerini gösterdi; ve [yine] hem bütünün [ing. aggregate] çevresindekilere, hem de bütünün her bir parçasının özgür işbirliğinin gereklerine uyum göstermesinin kendini daha bütüncül [eksiksiz] olarak gerçekleştirdikçe, [bunun] bu gibi yetenekleri [ing. faculty] daha ileri [düzeyde] geliştirdiğini gösterdi. [Evrim felsefesi] –organik doğanın içinde– organizmalar bileeşik [ing. compound] bütünlerle daha fazla birleştikçe, ortak yaşam kapasitelerinin de oransal olarak giderek büyüdüğü durumu kavramamızı sağladı; ve böylece de toplumsal ahlakçıların insan doğasının mükemmelliğine dair zaten belirtmiş oldukları görüşleri daha da güçlendirdi. [Evrim felsefesi] var olmak [hayatta kalmak] için verilen uzun mücadelede, “en uygun olanların” [ing. the fittest] kendileri veya ataları bir anlık olarak en güçlü oldukları için zenginleşenler değil, entelektüel bilgisini refahın üretimi için gerekli bilgiyle birleştirenler olacağını bize gösterir.

“Var olmak için verilen mücadelenin” sadece bireyler arasında geçimlilik araçları üzerinde verilen bir mücadele şeklindeki kısıtlı anlamında algılanmaması gerektiğini; aksine, daha geniş bir anlamda, [yani çeşitli] türlerden bireylerin türlerin yaşaması için ve her bir tür için olası en büyük yaşam ve mutluluk toplamınının [elde edilmesi]  için en iyi koşullara uyum sağlanması anlamında [algılanması gerektiğini] bize göstererek; [evrim felsefesi] toplumsal gereksinimlerden ve insanoğlunun alışkanlıklarından [yola çıkarak] ahlâk biliminin yasalarını ortaya koymamıza imkan verdi. Böylece insanı iyileştirmek için; yaşam tam tersi yönde işlemekteyken, toplumsal reformcuların insan doğasının ahlâki eğitimle iyileştirilmesi yerine yaşam koşullarının değiştirilmesi gerektiği şeklindeki görüşünü daha da güçlendirdi. Nihayet, insan toplumunu biyolojik bir bakış açısıyla inceleyerek, –anarşistlerin tarihi ve mevcut eğilimleri inceleyerek ulaştıkları– mümkün olan azami bireysel hürriyetle bütünlenen birleşik emeğin ve refahın toplumsallaşması çizgisinde bir ilerleme olacağı sonucuna ulaşıldı.

Uzun çağlar boyunca, insanın üretimini arttırmasına ve hatta devam ettirmesine imkan veren herşeye bir azınlık [ing. the few] tarafından el konuldu. Devamlı olarak artmakta olan nüfus için gerekli olması nedeniyle değerli olan toprak, topluluğun onu işlemesini engelleyebilecek bir azınlığa aittir. Değerini imalatçıların ve demiryolcuların isteklerinden, yapılan yoğun ticaretten ve nüfus yoğunluğundan alan –bir kuşağın emeğini simgesi olan– kömür madenleri, sermayelerini başka bir kullanıma yönlendirmeyi seçmeleri durumunda kömürün çıkarılmasını dahi durdurma hakkına sahip bir azınlığa aittir. Günümüz mükemmelliğini temsil eden –Lancashire dokumacılarının üç kuşağının emeği olan– dantel-makineleri [ing. lace-weaving machine] yine bir azınlığa aittir; ilk dantel-makinasını keşfeden dokumacının torunlarından birisi bu makinalardan birisini hareket ettirmek isterse, ona “Dokunma! Bu makina sana ait değil!” derler. Bugünkü yoğun nüfus, sanayi, ticaret ve trafik olmasa neredeyse tamamıyle bir demir yığınından başka bir şey olmayacak olan demiryolları da yine bir azınlığa –kendilerine ortaçağ krallarından daha fazlla yıllık gelir sağlayan demiryolunun nerede olduğunu bile bilmeyen seçkin hissedarlara– aittir. Ve eğer tünellerin kazılması sırasında ölen binlerce kişinin evlatları biraya gelip, hissedarlardan aş veya iş isteseler süngü ve kurşunlarla karşılanırlar.

Bu tip bir örgütlenmenin adil olduğunu söylemeye cüret edecek sofist kimdir? Ama adaletsiz olan şey insanoğlu için faydalı olamaz, [faydalı] değildir. Bu canavarca örgütlenmenin sonucunda, bir işçinin evladı çalışabilecekken [çalışma yetisine sahipken], emeğini gerçek değerinin altında bir miktara satmaya razı olmadıkça ne ekecek bir dönüm bir toprak, ne de çalıştırabileceği tek bir makina bulabilir. Onun babası veya dedesi toprağa su getirmek veya fabrikayı kurmak için azami kapasiteleriyle –ki hiç kimse de bundan daha fazlasını yapamaz– katkıda bulunmuşlardır, ama o [işçinin evladı] bir vahşiden daha yoksul olarak dünyaya gelir. Eğer tarıma yönelirse bir parça toprağı işlemesine müsade edilecektir, ama [kendi] ürününün bir kısmını toprak sahibine vermesi koşuluyla. Eğer sanayiye yönelirse çalışmasına izin verilecektir, ama ürettiği otuz şilinin on şilininin veya daha fazlasının makina sahibince cebe indirilmesi koşulu ile. Ürünün dörtte birini malikane beyine ödemedikçe toprağına hiç kimsenin yerleşmesine müsade etmeyen feodal baronlara veryansın ediyoruz, ama biz onların yaptıklarını yapmaya devam ediyoruz –onların sistemlerini daha da yaygınlaştırıyoruz. Biçimleri değişmiştir, ama özü aynı kalmıştır. Ve işçiler “özgür sözleşmeler” dediğimiz feodal koşulları kabul etmeye mahkum kalmaktadırlar, çünkü hiçbir yerde daha iyi koşulları bulamazlar. Her şeye birileri tarafından el konulmuştur; ya teklifi kabul edecektir ya da açlıktan ölecektir.

Bu koşullar nedeniyle üretimimiz yanlış bir yöne sapmıştır. Topluluğun gereksinimlerini dikkate almaz; tek amacı kapitalistlerin kârlarını çoğaltmaktır. Ve işte bu nedenle, sanayinin devamlı dalgalanmalarını, yaklaşık her on yılda bir düzenli olarak gerçekleşen krizleri; kanalizasyon kenarlarında büyüyen çocuklarının cezaevlerinin ve ıslah evlerinin [ing. workhouse] duayeni olmasına neden olacak, yüzbinlerce insanın tam bir sefalete itilmesine yol açacak işten atılmaları görürüz. İşçiler ürettikleri zenginlikleri ücretleriyle satın alamazken, sanayi başka yerlerde, diğer ulusların orta sınıfları içinde yeni pazarlar aramalıdır. Doğu’da, Afrika’da, her yerde pazarlar bulması gereklidir; ticatet vasıtasıyla Mısır’daki, Hindistan’daki, Kongo’daki serflerinin sayısını arttırması gerekir. Ama her yerde, aynı endüstriyel gelişme yoluna giren diğer uluslardan rakiplerle karşılaşılır. Ve savaşlar, sürekli savaşlar, dünya piyasalarının hakimiyeti için esinler –Doğu’nun sahip oldukları için yapılan savaşlar, denizlerin hakimiyeti için yapılan savaşlar, yabancı ticarete ağır vergiler koyabilme hakkı için yapılan savaşlar. Avrupa silahlarının gümbürtüsü hiç dinmez; zaman zaman tüm bir nesil boğazlanmıştır; ve Devletlerimizin gelirlerinin –ne güçlüklerle sağlandıklarını en iyi yoksulların bildiği gelirlerin– üçte birini silahlanmak amacıyla harcıyoruz.

Ve son olarak, refahı adalaletsizce paylaşmamız en acınacak etkisini ahlâk üzerinde gösterir. Ahlâk ilkelerimiz bize “komşunu kendin gibi sev” der; ama farz edelim ki bir çocuk bu ilkeyi takip ederek, paltosunu çıkarıp titremekte olan bir yoksula versin, [o zaman] annesi ona ahlâk ilkelerini doğrudan [kelime kelime] anlamlarıyla anlamaması gerektiğini söyleyecektir. Eğer onlara uyarak yaşarsa, çevresindeki sefaleti hafiflet[eme]den çıplak olarak ortada kalacaktır! Ahlâklılık ağızlara hoş gelir, ama fiiliyatta hiç de değil. Vaizlerimiz “çalışan dua ediyordur” derler, ve [ama] herkes diğerlerini kendisi için çalıştırmaya çabalar. “Asla yalan söyleme!” derler, [ama] siyaset bir büyük yalandır. Ve biz kendimiz ve çocuklarımızı bu iki yüzlü ahlâkla beraber yaşamaya, ve bu ikiyüzlülüğümüzü sofistlikle [ing. sofistry, safsatacılıkla] yatıştırmaya alıştırırız; ki bu bir riyakârlıktır. Riyakârlık ve sofistlik yaşantımızın bizzat ana temeli haline geliyor. Ama toplum bu tip bir ahlâkla yaşayamaz. Bu böyle devam edemez: değiştirilmelidir, değiştirilecektir.

Sorun artık sadece ekmek sorunu değildir. Bu tüm insani faaliyetlerin alanını kapsar. Ama en altında [yatan neden] toplumsal ekonomi sorunudur, ve şu sonuca ulaşıyoruz: Tüm [toplumun] ortak çabasıyla yaratılan üretim araçları ve toplumun bütün gereksinimlerinin karşılanması [için kullanılan] araçlar herkesin kullanımına açık olmalıdır. Üretim gereklerinin [araçlarının] özel mülkiyete [tabi] olması ne adildir, ne de yararlıdır. Tüm esinlenici güç refahın üreticileri ve tüketicileri olarak eşit değerlendirilmelidirler. Toplumun yüzyıllardır [yaşanan] savaşlar ve baskılarla yaratılan kötü koşulları düzeltmesinin [temizlemesinin, ing. seep out] tek yolu bu olacaktır. Bu, açığa vurulmamış olsa da insanlığın her zaman gerçek amacı olan eşitlik ve özgürlük yolunda ilerleme sağlamasının tek garantisi olacaktır.

Anarşist Komünizm

II

Refahımızın ana kaynağı olan çabaların bileşimi hakkında yukarıda değinilen görüşler, anarşistlerin çoğunun neden komünizmi bireysel çabaların uygun bir şekilde telafi edilmesi [karşılığının ödenmesi] için tek adaletli çözüm olarak gördüklerini açıklar. Az bir miktar yerel ticaretle desteklenen tarımsal faaliyetlerle uğraşan ailelerin, yetiştirdikleri mısırı ve kendi dokudukları basit yünlü elbiseleri başka hiç kimsenin emeğini kullanmadan sadece kendi üretimleri olarak nitelendirebildikleri zamanlar vardı. O zaman bile bu tip görüşler pek doğru değildi: ortak çabayla temizlenen ormanlar ve inşa edilen yollar vardı; ve hatta halen pekçok köy topluluğunda olduğu üzere, bir aile devamlı suretle komünal yardıma gereksinim duyardı. Ama bugün her bir sanayi kolunun bir diğerini desteklediği, aşırı derecede iç içe geçmiş bir endüstri[yel yapı] ortadayken, artık bu tip bir bireyci bakış geçerli olamaz. Eğer bu ülkenin demir ticareti ve pamuk endüstrisi çok ileri bir gelişme düzeyine erişmişse; [bu], buna paralel olarak diğer binlerce endüstrinin –ister küçük isterse büyük olsun– büyümesi, demiryolları sistemlerinin yaygınlaşması, hem kalifiye mühendisler hem de işçi kümeleri arasında bilginin artması, üreticiler arasında yavaşça gelişen örgütlenme içinde belli bir talim [eğitim, deneyim} kazanılması, ve her şeyin ötesinde de binlerce mil uzakta yapılan şeyler sayesinde bizzat dünya ticaretinin büyümesi sayesindedir. Süveyş Kanalının kazılması sırasında kolera yüzünden veya St. Gothard Tünelinde “tünel-hastalığı” nedeniyle ölen İtalyanlar bu ülkenin zenginleşmesine, Manchester’daki bir dokuma tezgahının başında erken yaşta büyüyen Britanyalı bir genç kız kadar katkıda bulunmuşlardır; [keza] bu genç kızın katkısı makinelerimizde emek-tasarrufu sağlayıcı gelişmeler sağlayan mühendistenden aşağı değildir. Çevremizde biriken bu zenginlikler içinde her birinin tam payını [katkısını] nasıl hesaplarmış gibi davranabiliriz?

Bir demir lordunun yaratıcı dehasına veya organizasyon yeteneğine hayranlık duyabiliriz; ama şunun da farkına varmalıyız ki, Britanyalı işçiler, Britanyalı mühendisler ve güvenilir idareciler yerine Moğolistanlı çobanlarla veyahut Sibiryalı köylülerle ilgileniyor olsaydı, onun tüm dehası ve enerjisi burada gerçekleştirdiğinin [elde ettiği sonucun] onda birini bile gerçekleştiremezdi. Yerel sanayinin bir dalında güçlü bir itki [ilerleme] yaratma başarısı gösteren bir İngiliz milyonerine başarısının gerçek nedenleri hakkındaki görüşleri sorulmuş. Cevabı şuydu: “İlgili birim için daima doğru adamı aradım ve ona tam bir bağımsızlık sağladım –tabii kendim genel bir denetleyici [ing. supervision] konumundaydım. “Hiç bu tip adamları bulmakta başarısız olmadınız mı?” bir sonraki soruydu. “Asla.” “Ancak tanıttığınız yeni birimlerde bir takım yeni yaratıcılıklar arzuluyordunuz.” “Hiç şüphesiz, patentlerin alınması için binlerce [sterlin] harcadık.” Bence bu kısa konuşma başarılı sanayilerin idarecilerine milyonlar kazandırmasındaki “bireysel çabaların yeterince ödüllendirilmesi [ücretlerinin saptanması ve ödenmesi]” savunucularının bahsettikleri sınai girişimlerdeki gerçek durumu özetliyor. Bu, çabalarının gerçekte ne kadar “bireysel” olduğunu gösteriyor. Bir adamın yetilerinin tam anlamı ile göstermesini imkan veren, bazen ise bunu engelleyen binlerce koşulu bir kenara bırakırsak; eğer güvenilir idareciler ve yetenekli işçiler bulamasaydı ve yüzlerce yaratıcılık bu ülkedeki insanların zihinlerinin mekaniksel kabiliyetlerince harekete geçirilmeseydi, aynı işverenin aynı yetilerinin ne ölçüde aynı sonuçları meydana getirebileceği sorgulanabilirdi.

Anarşistler –kolektivistlerin inandığı bir görüş olan– zenginliklerin üretilmesi sırasında her bir kişinin harcadığı emek saatine orantılı olarak ödüllendirilmesinin ideal veya en azından ideale yaklaşan bir toplum olabileceği [görüşüne] katılmazlar. Burada her bir ticareti malın değişim değerinin onun üretimi için gerekli emek miktarıyla gerçekten de ölçülüyor olup olmadığı tartışmasına girmeden –bu konu için ayrı bir çalışma yapılmalıdır–; şunu söylemeliyiz ki, üretim için gerekli şeyleri [ing. necessitates, üretim araçları, hammadde, vb.] ortak mülk olarak nitelendiren bir toplumda kolektivist ideal basitçe gerçekleştirilemez bir şeydir. Bu tip bir toplumun ücret-sistemini toptan bir kenara bırakması zorunlu olacaktır. Kolektivist okulun yumuşatılmış bireyciliğiyle toprak ve makinelerin ortak [mülkiyet altında] olduğu kısmi komünizmin bir arada varolması –güçlü bir hükümet tarafından, zamanımızdakilerin hepsinden çok daha güçlü bir hükümet tarafından dayatılmadıkça– imkansız gözükmektedir. Bugünkü ücret[-sistemi] –üretim için gerekli olan şeylerin bir azınlığa tahsis edilmesine dayanarak büyüyen bir sistem olan– mevcut kapitalist üretimin gelişmesi için gerekli olan bir koşuldu; ve eğer para yerine [emek] saati cinsinden emek çekleri konularak işçilere ürettiğinin gerçek değerini [karşılığını] ödemeye teşebbüs edilse bile, bu fazla uzun ömürlü olamaz. Üretim için gerekli olan şeylerin ortak mülkiyet altında olması [demek], ortak üretimin meyvalarından da ortak faydalanmak demektir; biz toplumun eşitlikçi örgütlenmesinin ancak tüm ücret-sistemlerinin lağvedilmesi ile ortaya çıkabileceğini düşünüyoruz, ve [kişisel] kapasitesi ölçüsünde yapabildiğince ortak refaha katkıda bulunan herkes, gereksinimleri ölçüsünde en olası [azami] şekilde toplumun ortak stoğundan faydalanabilmelidir.

Biz sadece komünizmin arzulanır bir toplumsal durum olduğunu değil, [aynı zamanda da] her ne kadar bireyselliğin artmasıyla çelişkili görünüyor olsa da modern toplumun artan eğiliminin komünizme –özgür komünizme– doğru olduğunu savunuyorruz. Bireyselliğin (özellikle de son üçyüzyıldır) çoğalmasında gördüğümüz şey, bireyin sermayenin ve Devlet’in giderek artmakta olan güçlerinden kendisini kurtarmaya yönelik olan gayretidir. Ancak aynı zamanda, zamanımıza gelene kadar [bireyselliğin] bu büyümesiyle beraber, tüm tarih boyunca [yaşandığı üzere] refahın üreticilerinin eski kısmi komünizmi devam ettirme ve de uygun koşullar imkan verir vermez komünist ilkeleri yeni şekillerde tekrar uygulamaya sokma mücadelelerini görüyoruz. Onuncu, onbirinci ve onikinci yüzyılların komünleri kendi bağımsız yaşamlarını başlatır başlatmaz, hemen ardından ortak çalışmaya, ortak ticarete ve kısmi olarak da ortak tüketime bir genişlik kazandırdılar. Tüm bunlar kaybolup gitti. Aynı ilkelere dayanan yeni örgütlenmeler mümkün olan her yerde büyümekte asla başarısız olmazken; kırsal komün kavgaları eski özelliklerini korumak için zorlu bir mücadele veriyorlar, ve bunlar Doğu Avrupa, İsviçre ve hatta Fransa ile Almanya’daki yerlerini muhafaza etmekte başarılı da oluyorlar.

Her ne kadar yüzyılımızın ticari-üretimi tarafından egoist yönelimler kamusal akla enjekte edilse de, komünist eğilim sürekli bir şekilde kendisini tekrar tekrar öne çıkarıyor ve kamusal hayatın içinde kendi yolunu açıyor. Ücretli köprü kamusal köprünün karşısında ve paralı yol ücretsiz yolun karşısında yok olup gidiyor. Aynı ruh diğer binlerce kuruma da yayılıyor. Müzeler, ücretsiz kütüphaneler ve ücretsiz kamu okulları; parklar ve eğlence alanları; herkesin kullanımına açık kaldırım döşenmiş ve aydınlatılmış sokaklar; giderek artan bir eğilimle bireyin ne kadar kullandığını gözetmeden evlere dağıtılan su; halihazırda mevsimlik bilet veya sabit bir vergi uygulaması başlatılan tramvaylar ve demiryolları; bunların hepsi artık özel mülkiyetin sahası olmadığı zaman şüphesiz ki bu çizgide çok daha ileri gidilecektir: tüm bunlar daha sonraki gelişmelerin hangi yönde olmasının beklenmesi gerektiğini gösteren işaretlerdir.

Bu, bireyin isteklerinin, bireyin topluma geri verdiği [karşılık olarak ödediği] veya verebileceği hizmetlerin değerinin önüne konması [daha öncelikli olması] doğrultusundadır –toplumu bir bütün olarak düşünerek; öyleki her bir bireye [geri] verilen hizmetin tüm topluma sağlanan bir hizmet olduğu şekilde iyice iç içe geçerek birbirine bağlanmış [bir toplum]. Britanya Müzesindeki kütüphaneci okuyucuya topluma geri verdiği hizmetlerin neler olduğunu sormaz, sadece ihtiyaç duyduğu kitabı [okuyucuya] verir; ve bir bilim topluluğu sabit bir aidat karşılığında bahçe ve müzelerini ücretsiz olarak her üyesinin emrine sunar. Bir kurtarma gemisi tayfası, batan bir gemideki bir insanın kendi yaşamını riske atarak kurtarmaya değer olup olmadığını sorgulamaz; ve Mahkumlara Yardım Topluluğu [ing. Prisoners’ Aid Society] serbest kalacak bir mahkumun değerinin ne olduğunu sorgulamaz. Burada [sunulan] hizmete ihtiyacı olan kişiler vardır; onlar arkadaşlardır, ve bunun ötesinde başka bir hakka ihtiyaçları yoktur.

Ve bugün çok egoistçe [idare edilen] bu şehir kamusal bir felaket –varsayalım ki kuşatma altında olsun; örneğin 1871’deki Paris gibi ve [o zamanki] kuşatma altındayken yaşanan gıda isteği [sorunu] yaşanıyor [olsun]– tarafından ziyaret edilirse eğer; bu aynı şehir topluma geri verdikleri veya verebilecekleri hizmetler ne olursa olsun, gereksinimleri ilk karşılanacak olanların kadınlar ve çocuklar olacağını ortaklaşa [bir şekilde] karara bağlayabilir. Ve gösterdikleri kahramanlığın derecesi ne olursa olsun, şehrin fiili savunucularının bakımını üstlenecektir. Ancak bu eğilim halişhazırda zaten bugün mevcuttur, sanırım bunu hiç kimse inkâr etmeyecektir; ve insanlığın yaşamak için yürüttüğü zorlu mücadenin hafiflemesine orantılı olarak bu eğilim daha da güçlenecektir. Eğer tüm üretici güçlerimiz yaşamak için gerekli olan gıdaların stoklarını çoğaltmak için kullanılmış olsaydı, eğer mülkiyetin mevcut koşullarının düzenlenmesi –bugün refah üreticisi olmayan– üreticilerrin sayısını artırsaydı; ve eğer el emeği toplumdaki onurlu yerini tekrar kazansaydı, zaten mevcut olan komünist eğilimler [kendi] uygulama alanlarını derhal genişleteceklerdi.

Anarşistlerin pekçoğu, bunların tümünü ve özel mülkiyetin ortak mülkiyete nasıl dönüşeceği gibi meselenin daha pratik yanları [-nı dikkate alarak], bugünkü mülkiyet rejiminin dönüşümü başlar başlamaz toplum tarafından gerçekleştirelecek bir sonraki adımın komünist bir manada olacağını savunurlar. Bizler komünistiz. Ama bizim komünizmimiz otoriter okulun komünizmi değildir: bu anarşist komünizmdir, hükümetsiz komünizmdir, özgür komünizmdir. [Anarşist komünizm] tarihin doğuşundan beri insanlığın peşinde olduğu iki temel amacın sentezidir –[yani], ekonomik özgürlük ve siyasi özgürlük.

Anarşizmin hükümetin olmaması [hali] olduğunu zaten söylemiştim. Hepimiz biliyoruzki “anarşi” kelimesi bugünkü ifade tarzı içinde düzensizlikle eşanlamlı olarak da kullanılıyor. Ancak, türetilmiş olan “anarşi”nin [kelimesinin] bu [ikinci] anlamı en azından iki varsayımı içinde barındırmaktadır. İlk olarak, hükümetin olmadığı yerde düzensizliğin olduğunu ima eder; ve bunun da ötesinde güçlü hükümet ve güçlü polis nedeniyle bu düzenin daima faydalı olduğunu ima eder. Ancak bu her iki çıkarsama da ispatlanması gereken şeylerdir. Ne mutlu ki hükümetin işe karışmadığı pekçok insani etkinlik dalında bolca düzen –aslında uyum [harmoni] dememiz gerekli– bulunmaktadır. Düzenin faydalı etkilerine gelince; bu ülkedeki Protestanlar Luther tarafından yaratılan düzensizliğin her halükârda Papa saltanatı altındaki düzene tercih edilir olduğunu söylerken, Bourbonlar’ın Napoli’deki saltanatı türü bir düzen ise hiç şüphesiz ki Garibaldi tarafından başlatılan düzensizliğe kesinlikle tercih edilmeyecektir. Uyumun her zaman istenir bir şey olduğu fikrine herkes katılırken, düzen –ve özellikle de modern toplumlarımızda hüküm süren “düzen”– hakkında ise bu tip bir tam uzlaşma yoktur. Bundan dolayı, “anarşi” kelimesinin düzen olarak tanımlanan şeyin olumsuzlanması [yadsınması] olarak kullanılmasına hiçbir itirazımız yoktur.

Biz, düsturumuz anarşiyi hükümetin olmaması anlamında kabul ederek, insan topluluğunun belirgin bir eğilimini ifade etmeyi amaçlıyoruz. Tarihte insanlığın küçük kısımlarının yöneticilerinin erkini yıktığı ve kendi özgürlüklerini kendi ellerine aldıkları devirler, en büyük ekonomik ve entelektüel ilerlemelerin yaşandığı dönemlerdir. İster bu –işçilerin özgür birliklerinin özgür çalışmalarının [sonucu olan]– eşsiz abidelerinin hala aklın yeniden canlanmasının ve yurttaşlarının refah [düzeyinin] kanıtı olduğu özgür şehirlerin büyümesi olsun; isterse Reformasyon’u [16’ncı yüzyılda Protestan kiliselerin kurulmasıyla sonuçlanan dinsel devrim] doğuran o büyük hareket olsun; bireyin özgürlüğünün bir kısmını geri aldığı devirler, en büyük ilerlemelere tanıklık eden dönemlerdir. Ve uygar ulusların günümüzdeki gelişmelerini dikkatlice takip edecek olursak; hükümetin faaliyet alanını giderek daha fazla kısıtlamaya ve böylece de bireyin inisiyatifine daha fazla özgürlük tanımaya yönelik olan, belirgin ve devamlı [nitelikteki] bu büyüyen hareketi keşfetmekte zorlanmayacağız. Tüm hükümet biçimlerini denedikten sonra, ve çözümü olmayan “kolektiviteye itaat etmekten kaçınmadan bireyi kendine itaat etmeye zorlayabilecek” bir hükümete sahip olma sorununu çözümlemek için [onca] çabaladıktan sonra; artık insanlık bugün ne şekilde olursa olsun herhangi bir hükümetin zincirlerinden kendini kurtarmaya, ve örgütlenme gereksinimini aynı ortak amaçları hedefleyen bireyler arasındaki özgür anlayışla [ing. understanding, anlaşmayla] karşılamaya çalışıyor.

Özerklik [ing. Home Rule, bir bölgenin bağımsız olarak yönetilmesi, yerel bir birimin ikamet edenlerin kendisi tarafından yönetilmesi], en küçük mahalli birim veya gruplar için dahi giderek artan bir ihtiyaç haline geliyor. Özgür anlaşmalar hukuğun [yasanın] yerine geçiyor. Ve özgür işbirliği hükümetçe sağlanan muhafızlığın yerini alıyor. Hükümetin işlevleri olduğu varsayılan faaliyetler geçen iki yüz yıl içinde bir bir tartışılmaya başlandı; toplum az daha yönetildikçe daha iyi bir yöne doğru gidiyor. Bu doğrultuda gerçekleşen ilerlemeler ve hükümetlerin kendilerine atfedilen beklentileri gerçekleştirmekteki yetersizlikleri üzerine daha fazla çalıştıkça, insanlığın hükümetin işlevlerini durmadan kısıtlayarak en nihayetinde onu sonlandırmaya doğru yol aldığı sonucuna varıyoruz. Bireyin özgürlüğünün kendi sahip olduğu toplumsal alışkanlıklar ve herkesin hissedeceği komşularından [edinebileceği] işbirliği, destek ve sempati görme gereksinimi dışında hiçbir yasa, hiçbir bağ tarafından sınırlandırılmayacağı bir toplum halini şimdiden görebiliyoruz.

Tabii ki hükümetin olmadığı bir etik, en azından sermayenin olmadığı bir ekonomi kadar itiraza maruz kalacaktır. Zihinlerimiz allah vergisi hükümet işlevleri hakkında öylesine önyargılarla terbiye edilmiş ki, anarşist fikirler güvensizlikle karşılanmalıdır. Bebekliğimizden mezara kadar aldığımız tüm eğitim bizi hükümetin gerekliliği ve onun faydalı etkileri hakkkında terbiye etmeye yöneliktir. Felsefe sistemi bu görüşü desteklemek üzere özenle işlenmiştir; tarih bu açıdan yazılmıştır; hukuk kuramları da keza aynı amaçla elden ele dolaştırılmış ve öğretilmiştir. Tüm siyaset aynı ilkeye dayanır, tüm siyasetçiler kendisini desteklemelerini istedikleri insanlara şunu söyler: “Bana yönetsel güç ver ki; ben de seni günlük yaşamındaki güçlüklerden kurtarayım, kurtarabileyim”. Tüm eğitimimiz aynı öğretiyle doldurulmuştur. Herhangi bir sosyoloji, tarih, hukuk veya etik kitabını açabiliriz: her yerde hükümet, onun örgütlenmesi ve fiilleri o kadar öncelikli bir yer tutmaktadır ki, Devlet ve siyaset adamlarının her şey olduğunu varsaymayı kabullenerek büyürüz; büyük devlet adamlarından başka bir şey yoktur. Aynı öğreti her gün Medya’da tekrar edilip durulur. Tüm [gazete] sütunları parlamento tartışmalarının, siyasi şahsiyetlerin hareketlerin dakikalık kayıtlarıyla tıka basa doludur. Ve biz bu sütunları okurken, bu az sayıdaki kişinin önemi insanlığı gölgeleyecek derecede o kadar abartılmıştır ki, bu kişilerin ötesinde büyüyen ve ölen, mutluluk ve üzüntü içinde yaşayan, çalışan ve tüketen, düşünen ve yaratan devasa bir insan kitlesini sıklıkla unuturuz.

Ve yine de basılı yayınlardan günlük yaşantımıza geri döner ve olduğu haliyle topluma genel olarak bakarsak, hükümetin yaşamlarımızda oynadığı rolün ne kadar küçük olduğundan şaşkına döneriz. Milyonlarca insan hükümetle hiçbir ilişkisi olmadan yaşamakta ve ölmekte. Hergün milyonlarca işlem en küçük bir hükümet müdehalesi olmadan gerçekleşmektedir; ve anlaşma yapanların en ufak bir pazarlığı bozma niyetleri bile yoktur. Hatta hükümet tarafından kontrol edilmeyen (değişim veya kart borçları gibi) anlaşmalar belki de diğerlerinden daha iyi yerine getirilmektedir. Bir kimsenin sözünü tutma alışkanlığı, kendisine duyulan güveni kaybetmeme isteği, vakaların ezici bir çoğunluğunda anlaşmaya bağlı kalınması için oldukça yeterlidir. Yine de gerektiğinde onları zorlayacak bir hükümetin hala gerekli olduğu söylenebilir. Ama mahkeme önüne getirilmeyen sayısız vakadan bahsetmesek bile, ticaretle ufak da olsa bir aşinalığı olan herkes anlaşmalara uymak için güçlü bir itibar dürtüsü olmadan, ticaretin kendisinin nihayetinde imkansız hale geleceği ifadesini onaylayacaktır. Usulen markalanmış berbat ilaç çeşitleriyle müşterilerini zehirlerken en ufak bir vicdan azabı duymayan tüccar ve imalatçılar bile, onlar bile, ticari anlaşmalarına bağlı kalırlar. Zenginleşmenin temel güdü olduğu bir zamanda ticari dürüstlük gibi göreceli bir ahlâklılık bugünkü koşullarda bile var oluyorsa; bir kimsenin emeğinin ürünlerini çalmanın artık ekonomik hayatlarımızın temeli olmadığı bir zamanda aynı his daha da gelişecektir.

Yüzyılımızın bir başka çarpıcı özelliği yine hükümetsiz olma eğiliminin tarafındadır. Bu özel inisiyatif tarafından kaplanan alanının devamlı genişlemesi, ve yanlızca ve basitçe özgür anlaşmalardan kaynaklanan büyük örgütlerin yakın zamandaki büyümesidir. –Ayrı ayrı toplumların çabalarının bir birleşimi [olan demiryolları]– Avrupa Demiryolları Merkezi İdare Heyeti gibi bir [kurum] olmadan, birbirlerinden bağımsız olarak inşa edilmiş ve biraraya getirilmiş demiryolu hatları boyunca yolcu ve malların doğrudan taşınmasını sağlayan Avrupa demiryolu ağı, yanlızca anlaşma yoluyla becerilebilen [şeylerin] en çarpıcı örneğidir. Eğer elli yıl önce ayrı ayrı şirketler tarafından inşa edilen demiryollarının en nihayetinde bugünkü gibi bir mükemmel [demiryolu] ağı meydana getireceğini söyleseydi, kesinlikle aptal olarak değerlendirilirdi. Kendi çıkarları peşinde koşan çok sayıdaki şirketin, yönetsel yetkilerce donatılmış bir Avrupa Devletleri Uluslararası Anlaşması ile desteklenen bir Uluslararası Demiryolları İdare Heyeti [ing. International Board of Railways] olmadan anlaşmaya varamayacağı öne sürülecekti. Ama bu tip herhangi bir idare heyeti oluşturulmadı, ve yine de ortaya bir anlaşma çıktı. Hollanda gemi ve bot sahipleri birliği şimdi örgütlenmelerini Almanya nehirlerine ve hatta Baltık denizinin gemi ticaretine yönelik olarak genişletiyorlar. Fransa’da şu anda sayısız çeşitte imalatçı birlikleri ve sendikalar bulunuyor. Bu örgütlerin çoğunun sömürü için oluşturulmuş örgütler olduğu iddia edilirse, bu hiçbir şeyi ispatlamaz; çünkü eğer kendi egoistçe ve sıkça da küçük olan çıkarları peşindeki insanlar biraraya gelerek anlaşabiliyorlarsa, daha iyi esinlenmiş, diğer gruplarla daha yakın ilişkiler içinde olmaya zorlanan insanlar daha kolay ve daha iyi bir şekilde anlaşabileceklerdir.

Ama daha asil amaçlar için oluşturulmuş özgür örgütler de yok değildir. Yüzyılımızın en asil başarılarından birisi hiç şüphesiz ki Cankurtaran Sandalları Birliği’dir. Mütevazi başlangıcından beri, [bu birlik] otuzikibinden fazla  insanın hayatını kurtarmıştır. Bu insanın en asil içgüdülerine çağrı yapmaktadır; içsel örgütlenmesi tamamıyla yerel komitelerin bağımsızlığı üstünde temellenirken, faaliyeti tamamıyla ortak bir amaca bağlılığa dayanır. Büyük ölçekte çalışan ve her biri geniş bir alanı kaplayan Hastaneler Birliği ve benzeri yüzlerce örgütten yine bu başlık altında bahsedilebilir. Ancak hükümetler ve onların amelleri hakkında her şeyi biliyorken, özgür işbirliğince başarılan sonuçlar hakkında neler biliyoruz? Hükümetlerin amellerini kaydetmek için binlerce cilt yazılmıştır; yasalara ilişkin en ufak düzenlemeler bile kaydedilir; iyi etkileri abartılır, kötü etkileri ise sessizlik içinde geçiştirilir. Ama iyi-niyetli kişilerin özgür işbirliği sayesinde başarılanların kaydını tutan kitap nerede? Aynı zamanda, yurttaşların sonsuz çeşitlilikteki değişken ihtiyaçlarını karşılamak üzere hergün yüzlerce topluluk kuruluyor. Tüm olası çalışma çeşitleri için topluluklarımız var –bazıları bütün bir tabii bilimler alanını kapsar, diğerleri daha dar özel dallarla sınırlıdır; jimnastik, stenografi, yazı çalışmaları, oyun ve her türden spor, hayatı destekleme bilimini geliştirme ve onu yok etme sanatını savunan topluluklar; felsefi ve endüstriyel, sanatsal ve sanat karşıtı; ciddi işler için ve sadece eğlence için–; kısacası, ortak bir amacın yerine getirilmesi için insanları biraraya getirmeden, [onların] yetilerini eyleme geçirdikleri tek bir eğilim bile yoktur. Her yıl eskileri [eski topluluklar] daha büyük birimlerde toplanırken, ulusal sınırların ötesinde federe hale gelirken ve bazı ortak işler için işbirliği yaparken; hergün yeni topluluklar kurulmaktadır.

Bu sayısız özgür oluşumun en çarpıcı özelliği, bunların devamlı surette daha önce Devlet’e ya da Belediye’ye [ait olan faaliyet] alanlarına doğru yayılmasıdır. Cenova Gölü kıyılarındaki bir İsviçre köyündeki bir aile, başka yerlerde yerel hükümetin işlevi olarak değerlendirilen şeyleri ona sağlayan düzinelerce farklı topluluğa dahil olmuştur. Kalıcı veya geçici amaçlarlarla [kurulmuş] bağımsız komünlerin özgür federasyonu İsviçre yaşamının tam temelinde yer alır; ve İsviçre’nin büyük bir kısmı yabancıların hayran kaldığı yol ve havuzlarını, bakımlı orman ve çayırlıklarını bu federasyonlara borçludur. Ve kısıtlı alanlarda Devletin yerine alan bu küçük toplulukların yanısıra, aynı şeyi çok daha geniş ölçeklerde yapan topluluklar görmüyor muyuz?

Son zamanlarda ortaya çıkan en dikkate değer topluluklardan birisi hiç şüphesiz ki Kızıl Haç Topluluğu’dur [ing. Red Cross Society]. Savaş alanlarında insanları boğazlamak hala Devlet’in görevidir; ama bu Devletlerin bizzat kendileri yaralılarının bakımını üstlenmediklerinin farkındadırlar: bu görevi büyük ölçüde özel inisiyatife terk ederler. Bundan yirmibeş yıl önce yaralıların bakımının özel topluluklara devredilebileceğini söylemeye cesaret edecek zavallı “Ütopistler”le ne kadar alay edilirdi! “Tehlikeli yerlere hiç kimse gitmez! Hastanelerin hepsi kendilerine ihtiyaç olmayan bir yerde toplanırdı! Ulusal rekabetler zavallı askerlerin hiçbir yardım almadan ölmesiyle sonuçlanırdı, ve benzerleri” –haykırılanlar bunlar olurdu. 1871 savaşı insan zekasına, bağlılığına ve iyi niyetine asla inanmayan bu peygamberlerin ne kadar keskin zekalı olduğunu gösterdi.

Bu gerçekler –o kadar çok ve o kadar sıradanlanmışlarki dikkate dahi almadan yanlarından geçip gideriz– bizce ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının en göze çarpan özelliklerinden birisidir. Bahsettiğimiz bu organizmalar çok doğal bir şekilde ortaya çıktılar, çok hızlı bir şekilde yayıldılar ve çok kolay bir şekilde üzerlerinde görüş birliğine varıldı; onlar uygarlaşan insanın artan ihtiyaçlarının kaçınılmaz birer doğal sonuçlarıdırlar, ve böylece Devlet müdehalesinin yerini alacaklar, onlarda hayatımızın giderek büyüyen bir etmenini görmeliyiz. Modern süreç, daha önce ifa edilmesinde hükümete güvenilen ve çoğunlukla da hükümetin oldukça kötü bir performans sergilediği bütün bu faaliyetlerde hükümetin yerini alacak, özgür bireylerin özgür biraraya gelmesine doğru yönelen bir süreçtir gerçekten de.

Parlamenter idare ve temsili hükümeti birlikte ele alırsak, [bunlar] hızlı bir şekilde çürümekteler. Onların kusurlarını gösteren az sayıdaki filozof, ürkek bir şekilde sadece artmakta olan kamusal hoşnutsuzluğu özetlegelmişlerdir. Az sayıda kişiyi seçmenin, ve çoğu için tamamen ilgisiz oldukları konularda yasalar yapma görevinde onlara güvenmenin yalın bir şekilde aptalca olduğu giderek belirginleşiyor. Çoğunluk idaresinin herhangi bir diğer idare biçimi gibi kusurlu olduğu giderek anlaşılıyor; ve insanlık sırada bekleyen sorunları çözüme kavuşturmak üzere yeni kanallar arıyor ve buluyor. Posta Birliği, Birliğe bağlı tüm posta örgütleri için geçerli olacak yasaları yapmak üzere uluslararası bir posta parlamentosu falan seçmedi. Avrupa demiryolları, trenlerin çalışmasını ve uluslararası trafikten sağlanan gelirlerin paylaşımını düzenlemek üzere uluslararası bir demiryolu parlamentosu falan seçmedi. Ve Avrupa’nın Meteoroloji ve Coğrafya Toplulukları da, kutup istasyonlarını planlamak, veya coğrafik formasyonların hepsinin birbirinin aynısı olacak şekilde bölünmesi ve coğrafik haritaların birbirinin aynı olacak şekilde renklendirilmesi için ne bir meteoroloji, ne de bir coğrafya parlamentosu seçtiler. Onlar anlaşma araçları sayesinde çalışıyorlar. Beraberce karar birliğine varmak üzere kongrelere başvurdular; ancak kongrelere delegeleri gönderirken, onlara “İstediğiniz her konuda oy kullanın – Biz kesinlikle uyacağız” falan demediler. Sorunları ortaya koyarak, önce bunları kendi aralarında tartıştılar; belirli sorunları tartışmak üzere [konu hakkında] bilgili olan delegelerini kongrelere gönderdiler; ve onlar delegeler gönderdiler, idareciler değil. Delegeler ise kongrelerden ceplerinde yasalarla değil, anlaşma önerileriyle geri geldiler. İşte kamu çıkarıyla ilgili olan sorunlarla uğraşmanın yolu (bir hayli eski bir yol esasında) –[bu] temsili hükümetler aracılığıyla yasa yapmanın yolu değildir.

Temsili hükümet tarihsel misyonunu tamamlamıştır; [temsili hükümet] saray idaresine ölümcül bir darbe vurmuştur, ve tartışmalarıyla kamusal sorunlara dair kamusal ilgiyi uyandırmıştır. Ancak temsili hükümeti geleceğin sosyalist toplumununun hükümeti olarak görmek büyük bir hata olacaktır. Hayatın her ekonomik evresi, kendine özgü bir siyasal evreye tekabül eder; ve bizzat siyasi örgütlenmenin temellerinde [ekonomik değişimlere] karşılık düşen bir değişim olmadan, bugünkü ekonomik hayatın temellerine –özel mülkiyete– dokunmak imkansızdır. Yaşşamın kendisi değişimin hangi yönde yapılması gerektiğini zaten gösteriyor. [Bu değişimin yönü] devletin güçlerini artırmakta değildir; şu anda Devlet’in nitelikleri [üstlendiği şeyler] olarak düşünülen tüm dallarda özgür örgütlere ve özgür federasyonlara başvurmaktadır.

Bu yukarıda [bahsedilenlere] karşı yapılacak itirazlar önceden görülebilir. Tabii ki şöyle denilecektir: “Ama anlaşmalarına uymayanlara ne yapılacak? Çalışmaya eğilimli olmayanlar ne olacak? Toplumun yazılı yasalarını, veya –anarşist önermeler temelinde– yazılı olmayan geleneklerini ihlal edenler ne olacak? Anarşizm, daha ileri bir [seviyeye erişmiş] insanlık için iyi olabilir, –ancak zamanımızın insanı için [iyi] değildir”.

Anarşist Komünizm

Herşeyden önce, iki çeşit anlaşma vardır: insanlığın özgürce yaptığı [anlaşmalar], –özgür bir şekilde rıza göstermeyle değil, anlaşmaya taraf olan iştirakçilerin herbirine eş derecede açık olan farklı şeyler arasında [yapılan] özgür bir seçimde olduğu gibi. Ve bir taraf tarafından diğerine dayatılan ve sırf kaçınılmaz bir gereklilik olduğu için [dayatılan taraf tarafından] kabul edilen zorla yapılmış [ing. enforced] anlaşma; aslında, bu hiçbir şekilde bir anlaşma bile değildir, –bu sadece kaçınılmaz bir gerekliliğe boyunn eğmektir. Ne üzücü ki, bugün anlaşma olarak nitelendirdiklerimizin büyük bir kısmı bu ikinci kategoriye düşmektedir. Bir işçi ürettiği değerin bir kısmının işveren tarafından adaletsiz bir şekilde alıkonduğunu gayet iyi bilerek işverene emeğini satıyorsa; önündeki altı ay için bile işinde kalacağına dair en ufak bir güvencesi bile yokken [emeğini] satıyorsa; bunu özgür bir sözleşme olarak adlandırmak hazin bir alaydır. Modern ekonomistler bunu özgür olarak adlandırabilir, ancak politik iktisadın babası –Adam Smith– asla bu yanlış yorumlamanın sorumlusu değildir. İnsanlığın dörtte üçü bahsedilen şekilde anlaşmalar yaptığı sürece; hem bu sözdeki anlaşmaları uygulatmak ve hem de bu durumu devam ettirmek üzere, zor [kullanımı] tabii ki gerekli olacaktır. Emekçilerin, bir azınlık tarafından adaletsiz bir şekilde el konulduğunu düşündüklerine sahip çıkmalarını engellemek için zor [kullanımı] –ve oldukça büyük bir güç [kullanımı]– gereklidir; ve yeni “uygar olmayan ulusları” devamlı olarak aynı koşullara tabi kılmak için zor [kullanımı] gereklidir.

Ama özgür bir şekilde taraf olunan anlaşmaları uygulatmak için zor [kullanımının] gerektiğini görmüyoruz. Cankurtaran sandalı mürettabatından olan ve birliği terk etmeyi tercih eden birisine ceza uygulandığı hiç duymamışızdır. Yoldaşlarının ona karşı yapacaklarının en fazlası, eğer büyük bir ihmal yüzünden suçluysa, muhtamelen onunla bir daha bir şey yapmayı reddetmeleri olacaktır. Keza bir sözlüğün hazırlanmasına katkıda bulunan birisine çalışmasındaki gecikme yüzünden, veya Garibaldi gönüllülerini savaş alanına süren jandarmalara bir ceza uygulandığını duymuş değiliz. Özgür anlaşmaların zorla uygulatılmaları gerekmez.

Eğer kimse sırf kaçınılmaz bir zorunluluk olan [emeğini satmaya] zorlanmazsa eğer, hiç kimsenin çalışmayacağı şeklinde sık sık tekrar edilen itiraza gelince; Rusya’daki serflerin kurtulmasından önce, ve keza Amerika’daki kölelerin kurtulmasından önce bunları yeterince işittik. Ve bunu olduğu gibi değeriyle takdir etme fırsatına yeterince sahip olduk. Bu nedenle, sadece nihayete ermiş gerçeklerle ikna edilebilecek olanları ikna etmeyi denemeyeceğiz. Mantık sahibi olanlara hitabense; eğer bu [emeğini satmak zorunlu olmazsa hiç kimsenin çalışmayacağı varsayımı], en düşük [gelişmişlik] düzeyindeki bir kısım insan için gerçekten de doğru olsa bile; veya olumsuz koşullara karşı mücadelelerindeki başarısızlıkları nedeniyle üzücü bir şekilde bazı küçük komünler için veya ayrı ayrı bireyler için gerçekten de doğru olsa bile; [bu] uygar ulusların çoğu için [geçerli] değildir. Bizim için, çalışmak bir alışkanlıktır, tembellik ise suni bir şeydir. Ancak tabii ki el emeği işçisi olmak demek, hayatı boyunca bir şeyin bir parçasını –örneğin toplu iğnenin başını– üretmek için günde on saat ve sıkça da daha fazla çalışmak zorunda olunması demekken; bir ailenin tüm gereksinimlerinin en dar anlamıyla kıt kanaat karşılanmasına yetecek bir ücret ödenmesi demekken; her an ertesi gün işten atılma tehdidi altında olmak demekken –ve sanayi krizlerinin ne kadar sıkça olduğunu ve neden oldukları sefaleti gayet iyi biliyoruz; yaşanan olayların büyük bir çoğunluğunda [olduğu üzere], eğer ıslah evlerinde olmazsa fakir[lere hizmet veren] kliniklerde erken ölmesi demekken; el emekçisi bir işçi demek, bizzat bu “eller”in emeği üzerinden yaşayanların gözünde hayat boyu aşağılık olma damgasını yemek demekken; bilim ve sanatın insana sunduğu bütün ulvi eğlencelerden vazgeçmek demekken; oh, işte o zaman herkesin –el emeği işçilerinin de tabii– tek bir rüyasının olmasına şaşmamak gerekir: diğer [insanların] kendisi için çalışacağı bir konuma sahip olmak.

–Çalışmak değil–, fazla çalışmak insan doğasına ters bir şeydir. –Herkesin iyiliği için çalışmak değil de–, bir azınlığın lüksünü temin etmek için fazla çalışmak. Çalışmak psikolojik bir gereksinim, birikmiş vücut enerjisini harcama gereksinimi, bizzat sağlık ve yaşam için gerekli olan bir gereksinim. Eğer şu anda birçok faydalı iş dalı gönülsüzce yapılmaktaysa, bunun tek nedeni bunların fazla çalışma anlamına gelmesidir veya yanlış bir şekilde örgütlenmiş olmalarıdır. Ama biliyoruz ki –yaşlı Franklin de biliyordu bunu–, eğer kendimizi üretken çalışmaya verecek olsak ve eğer şimdi israf ettiğimiz gibi üretken güçlerimizi israf etmesek; hergün dört saatlik faydalı bir çalışma, hali vakti yerinde bir orta-sınıf evin [sahip olduğu] refahın komforunu herkese sunmaya yeter de artar bile.

Elli yıldır tekrarlanmakta olan çocukça bir soruya gelecek olursak: “Hoş olmayan [arzulanmayan] işleri kim yapacak?”; bilginlerimizden hiçbirisinin, yaşamının sadece tek bir gününde bile bu sorunu ele almamış olmasından samimi olarak üzüntü duyuyorum. Eğer hala ortada gerçekten de hoş olmayan işler varsa, bunun tek sebebi bilim adamlarımızın bunu [bu işi] daha az [hoşa gitmeyecek] kılacak araçlar üzerinde düşünmeye aldırmamış olmasıdır. Bu [tip hoşa gitmeyen işleri] günlüğü birkaç peniden yapacak açlık çeken insanlar olduğu hep biliyorlardı.

Toplumun yasalarını ihlal edecek olanları cezalandırmak için hükümetin gerekeceğinin savunulduğu üçüncü –esas– itiraza gelince; kazayla da olsa bahsedilebileceklerden çok daha fazla söyleyecek şey var. Soruna daha fazla eğildikçe, [toplumun] bağrında [bu gibi] toplum karşıtı eylemlerin icra edilmesinden toplumun sorumlu olduğu; ve hiçbir cezalandırmanın, hapse atmanın, cellatın bu gibi eylemlerin sayısını azaltamayacağı sonucuna ulaşırız; [yani] toplumun bizzat kendisinin yeniden örgütlenmesinden daha kısıtlı hiçbir şey [bu gibi eylemlerin sayısını azaltamayacaktır]. Her yıl mahkemelerimizin önüne gelen olayların dörtte üçü, doğrudan veya dolaylı olarak, –insan doğasının sapıklığından [sapkınlığından] değil– refahın üretimi ve bölüşümü bağlamında bugünkü düzeni bozuk toplumsal durumdan kaynaklanmaktadır. Ayrı ayrı bireylerin toplum karşıtı eğilimlerinden kaynaklanan az sayıdaki toplum karşıtı eyleme gelince, hapishanelere ve hatta cellatlara başvurmakla bunların sayısını azaltamayız. Hapishanelerimizle onları çoğaltıyoruz, onları daha da kötü yapıyoruz. Detektiflerimizle, “kan bedeli”yle, infazlarımızla ve hapishanelerimizle; toplum içinde öylesine yalın tutkular ve alışkanlıklar yayıyoruz ki; bu kurumların etkilerinin tam anlamıyla farkına varan birisi toplumun ahlâğı koruma bahanesiyle yaptıklarından korkuya kapılacaktır. Başka çareler, çoktan beridir işaret edilen başka çareler aramalıyız.

Tabii ki şimdi, çocuğu için yiyecek ve kalacak bir yer arayan bir anne tam bir oburluğa has zerafetle dolu dükkanların önünden geçmek zorundayken; en göz kamaştırıcı ve küstah lüks şeyler, en berbat sefaletle yan yana sergilenirken; zengin bir adamın köpeği veya atı, bir madende veya bir tezgahta acınacak bir ücretle çalışan annelerin milyonları bulan çocuklarından çok daha iyi beslenirken; bir hanımfendinin her bir “mütevazi” gece elbisesi, sekiz aylık veya bir yıllık insan emeğine denk düşüyorken; bir başkasının harcanması pahasına zenginleşmek “yüksek sınıf”ın ilan edilmiş amacıyken; ve namuslu ile namussuz para kazanma yolları arasında hiçbir belirgin sınır yokken; işte o zaman, mevcut durumu devam ettirmenin tek yolu zor [kullanımı] olacaktır. Böylece de polis, hakim ve cellat orduları birer gerekli kurum haline gelir.

Ama eğer tüm çocuklarımız –tüm çocuklar bizim çocuklarımızdır– sağlam bir öğrenim ve eğitim alırlarsa –ve eğer biz bunu sağlayacak araçlara sahip olursak–; eğer her aile nezih bir evde yaşarsa –ve bunu mevcut yükselen üretim tempomuzla yapabilirlerse–; eğer her genç erkek ve kadın bir el sanatı öğrenirken aynı zamanda da bilimsel öğretim alırsa, ve el emeğiyle refah üretenler aşağılık timsali olarak düşünülmezse; eğer bir insan bir diğeriyle yakın ilişkiler içinde yaşarsa, ve şimdi bir azınlığın yaptırımı altında olan kamusal işler[in halledilmesi]  için ilişkiler [daha da] geliştirirse; ve eğer daha yakın ilişkilerin sonucu olarak, komşularımızın zorluklarına ve acılarına karşı, daha önce akrabalarımızınkilere gösterdiğimiz gibi ilgi gösterirsek; işte o zaman polisleri, hakimleri, hapishaneleri ve infazları ayıklayıp bir kenara bırakmalıyız. Toplum karşıtı eylemler cezalandırılmayacaktır, kökünden halledilecektir [çözülecektir]. Az sayıdaki zıtlaşma arabulucular sayesinde kolayca çözümlenecek ve kararların uygulanmasında, bugün Çin’deki aile mahkemelerinin kararları uygulanmasında kullanılandan daha fazla bir zor [kullanımı] gerekmeyecektir.

Ve şimdi önemli bir soruyu ele almalıyız: bireylerin tam özgürlüğünü tanıyan yasaları olan ve bunu ilan eden bir toplumda ahlâk olacak mı; cevap açıktır. Kamusal ahlâk yasa ve dinden bağımsızdır, [onlardan] daha önce ortaya çıkmıştır. Bugüne kadar, ahlâk öğretileri dini öğretilerle ilişkilendirildi. Ancak dini öğretinin akıllarda bıraktığı etki son zamanlarda söndü, ve ahlâğın dinden çıkarsadığı yaptırımlar artık eskiden sahip olduğu güce sahip değil. Eski imana sahip şehirlerimizde milyonlar büyüyor. Bu, ahlâğı bir kenara fırlatmamız ve onu ilkel [biçimdeki] evrenin yaradılış kuramına yapıldığı gibi acı bir alaycılıkla davranmamız için bir neden mi?

Tabii ki hayır. Genel olarak kabul edilmiş belirli bir ahlâğı olmayan hiçbir toplum yoktur. Eğer herkes arkadaşlarını aldatmaya alışarak büyürse; eğer başkalarının sözlerine ya da söylediklerine asla güvenemezsek; eğer herkes arkadaşına, her türlü savaş yöntemini kullanmayı mübâh gördüğü bir düşmanmışçasına davranırsa; hiçbir toplum var olamaz. Ve dini inançlardaki çöküşe rağmen, ahlâk ilkelerinin sarsıntıya uğramadan kaldığını görüyoruz. Hatta dinsiz olan kişilerin bile mevcut ahlâk standartlarını yükseltmeye çalıştığını görüyoruz. Gerçek, ahlâk ilkelerinin dini inançlardan bağımsız olduğu, onları öncelediğidir [onlardan önce oluşmuşlardır]. İlkel Tchuktchilerin dini yoktu: sadece batıl inançları ve doğal kuvvetlere karşı [duydukları] korkuları vardı; ve yine de onların Hristiyanlar ve Budistlerce, Müslümanlar ve Yahudilerce öğretilen ahlâk ilkelerinin aynılarına sahip olduklarını görüyoruz. Bundan başka, bazı uygulamaları, bugünkü uygar toplumumuzda ortaya çıkandan daha ileri bir kabile ahlağı standartına sahip olduklarını ortaya koyuyor. Aslında her yeni din ahlak ilkelerini tek gerçek ahlâk stoğundan –insanların kabilelerde, şehirlerde veya uluslarda yaşamak üzere biraraya gelmeleri ile beraber gelişen ahlâk alışkanlıklarından– sağlar. Belirli bazı karşılıklı dayanışma ahlâki alışkanlıkları ve hatta ortak fayda çıkarına kendinden fedakârlık etmenin gelişmesine yol açmayan hiçbir hayvan topluluğu yoktur. Bu alışkanlıklar yaşama mücadesi içindeki türlerin refahı için gerekli olan koşullardır –türlerin korunması için verilen mücadelede bireylerin işbirliği, çokça bahsedilen yaşama araçları[na sahip olmak] için bireyler arasında [yaşanan] fiziksel mücadeleden çok daha önemli bir etmendir. Organik dünyada en “sıhhatli” olanlar, toplum içinde yaşamaya alışkın olarak gelişenlerdir; ve toplum içinde yaşamak ise mecburi olarak ahlâki alışkanlıkları ifade eder. İnsanoğlu söz konusu olunca, –uzun varoluşu boyunca [insanoğlu]– insan toplulukları var oldukça ortadan kaybolamayacak toplumsal alışkanlıklar, ahlâki alışkanlıklar nüvesinin içinde gelişmiştir.Ve bu nedenle güncel ekonomik ilişkilerimizin sonucunda şimdi işlemekte olanın aksi yöndeki etkilere rağmen, ahlâk alışkanlıklarımızın nüvesi var olmaya devam eder. Yasa ve din sadece onları açık bir şekilde ifade ederler ve yaptırımları sayesinde onları uygulatmaya çalışırlar.

Ahlâk kuramlarının çeşitleri ne olursa olsun, bunların hepsi üç ana kategori altında toplanabilir: dinsel ahlâk; faydacı ahlâk; bizzat toplum içinde yaşamanın gerekliliklerinden kaynaklanan ahlâk alışkınlıkları kuramı. Her dinsel ahlâk, emirlerini vahiylerden kaynaklanıyor göstererek kutsallaştırır; ve şimdiki ya da gelecekteki yaşamda ödül veya ceza vaadiyle öğretilerini zihinlere yerleştirmeye çalışır. Faydacı ahlâk ödül fikrini savunur, ancak bunu insanın kendisinde bulur. [Faydacı ahlâk] insanı hazları incelemeye, onları sınıflandırmaya ve en yoğun ve en sürekli olanlarına öncelik vermeye çağırır. Her ne kadar bir takım etkiler gösterdiyse de, bu sistemin insanoğlunun büyük bir kısmı tarafından fazlasıyla suni olarak değerlendirildiğini fark etmemiz gerekir. Ve en nihayetinde, –çeşitleri ne olursa olsun– üçüncü bir ahlâk sistemi ahlâki fiillerde –toplum içindeki yaşamında insanı en sağlıklı kılmakt en güçlü olan ahlâki fiillerde–, kardeşlerinin neşesiyle neşelenen, bazı kardeşleri acı çekerken acı çeken bir bireyin saf gereksinimini; toplum içindeki yaşam tarafından yavaşça işlenen ve mükemmelleştirilen bir alışkanlığı ve bir ikinci doğayı görür. Bu insanoğlunun ahlâğıdır; ve bu aynı zamanda anarşizmin ahlâğıdır.

İşte bunlar, çok kısa bir özet halinde, anarşizmin önde gelen ilkeleridir. Bunların her biri pekçok önyargıyı yaralar, ve yine bunların her biri bizzat insan topluluğunca sergilenen eğilimlerin incelenmesinden kaynaklanmıştır. Bunlardan her biri sonuçları açısından oldukça zengindir ve birçok güncel görüşün baştan aşağı revize edilmesini ima eder. Ve anarşizm yanlızca uzak bir geleceğe ilişkin anlayış değildir. Halihazırda, bireyin eylem alanı ne olursa olsun, [birey] ya anarşist ilkeler doğrultusunda veya zıttı bir çizgide davranabilir. Ve bu [anarşist ilkelerle uyumlu] doğrultuda yapılacakların hepsi, daha fazla gelişmenin geleceği bir doğrultuda yapılacaktır. Aksi doğrultuda yapılacakların tümü ise, insanlığı gitmeyeceği bir doğrultuda gitmeye zorlama teşebbüsü olacaktır.


“Anarşist Komünizm”e Ek Not:Kropotkin’in mülkiyete devrimci bir şekilde el konulmasının ardından üretim ve bölüşümün örgütlenmesi yöntemlerine ilişkin yazdığı erken dönem yazıları, herkesin ihtiyacı olan kadarını alacağı ve yapabileceğini hissettiği kadar çalışacağı bir mal yeterliliği olduğu varsayımına dayanıyordu. Rus Devrimi deneyiminin ardındansa oldukça aksi bir sonuca ulaştı. Üretimin önündeki engelleri ve keza kapitalist dünyanın yoksulluğunu yeni bir temelde ele aldı, ve görüşlerindeki değişikliği 1919’da basılan İsyankarın Sözleri‘nin [ing. Words of Rebel] Rus baskısında ifade etti. Üretimin örgütlenmesine dair yöntemi önceki öğretisinin izlerini takip eder, ama Rus Devrimi’nin ardından buna ilişkin açıklaması bunu daha da ilginç kılar. (R.N.B.)